Bu Site Sizin Sizde Yazınızı Gönderin

Evet bu siteye sizlerde yazılarınızı gönderebileceksiniz. Yapmanız gereken içerisinde link ve reklam olmayan yazılarınızı haberdaim@gmail.com adresine mail olarak göndermek.
Hepsi bu kadar. İyi Paylaşımlar
Dikkat edilmesi gerekenler;
Siteye cinsel içerikli, reklam içerikli paylaşımlarda bulunmak yasaktır.

20 Ekim 2012 Cumartesi

Cepheler ve Siyasi Olaylar

Yunanlıların Ankara'ya doğru ilerlemesi, mecliste korkulara yol açtı. Bazıları bu olaydan Mustafa Kemal'i suçlu bulurken, kimileri ise Mustafa Kemal'in ordunun başına geçmesini savundu.

5 Ağustos 1921'de TBMM, Mustafa Kemal'i başkomutan olarak atadı.

Mustafa Kemal'e üç ay süreyle Meclisin savaş ile ilgili olan yetkileri de devredildi.

Tekalif-i Milliye

Mustafa Kemal, Meclis yetkilerini kullanarak ordunun ihtiyacı olan gıda maddesi ve çeşitli malzemelerin sağlanabilmesi için Tekalif-i Milliye emirlerini çıkartırdı.

Tekalif-i Milliye Emirleri ile Yunan ordusunun saldırısına karşı koyacak olan ordunun ihtiyaçlarının halk tarafından karşılanması amaçlanmıştı.

Tekalif-i Milliye Emirleri

1. Her ev, aile birer takım çamaşır, birer çift çorap, çarık hazırlayıp ulusal vergi komisyonuna verecektir.

2. Ticaret adamlarının ve halkın elinde bulunan her çeşit kumaş, bez, yapağı, pamuk, tiftik, kösele, meşin, ip, papuç, başlık gibi giyim kuşama yönelik nesnelerin yüzde kırkına, sonradan ödenmek üzere el konacaktır.

3. Ticaret adamları ve halkın elindeki her türlü yiyecek maddesinin yüzde kırkına sonradan ödenmek üzere el konulacaktır.

4. Herkes elinde kalan her türlü taşıma araçlar ile savaş araç ve gereçlerini ayda bir kez 100 kilometre taşıyacaktır.

5. Ordunun yiyecek ve giyeceği için yararlı olabilecek tüm sahipsiz mallara el konacaktır.

6. Halkın elindeki tüm silah ve cephane üç gün içerisinde orduya teslim edilecektir.

7. Ülkede bulunan her türlü makineli araç ve gerecin yüzde kırkına el konacaktır.

8. Ülkedeki bütün demirci, dökümcü, nalbant, terzi, marangoz gibi zanaatkarlar ordu buyruğunda çalışacaktır.


Sakarya Savaşı

Yunanlılar 14 Ağustos 1921'de yeniden saldırıya geçti.

Kütahya, Eskişehir ve Afyon'u işgal etti.

Mustafa Kemal, Tekalif-i Milli'ye Emirleri ile, orduyu bir ay gibi bir sürede Sakarya Savaşı'na hazır duruma getirdi.

Mustafa Kemal bu savaşta ilk defa başkomutan olarak görev yaptı.

12 Eylül 1921'de saldırıya geçen Türk ordusu Yunanlılar'ı bozguna uğrattı.

Sakarya Savaşı'nın Sonuçları

Türk ordusunun zaferi ile biten Sakarya Savaşı'nda Yunan ordusunun saldırı gücü kırıldı.

Savaş sonunda, Yunanistan'ın Türk topraklarını ele geçirme umudu sona erdi.

Savaş sonunda, TBMM Kars ve Ankara Antlaşmalarını imzaladı.

19 Eylül 1921'de, TBMM tarafından Mustafa Kemal'e mareşallik ve gazilik ünvanı verildi.

Bu savaştan sonra İtilaf Devletleri arasındaki birlik bozuldu ve yolları ayrılmaya başladı.
Kars Antlaşması

Sakarya Zaferi ile TBMM'nin dış dünyadaki itibarı ve otoritesi artmıştı.

Bu savaşla Yunan ordusunun saldırı gücü kırılmış ve savunmaya geçmek zorunda bırakılmıştı.

Yunanistan'ın Türk topraklarını ele geçirme umudu sona ermişti.

Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan TBMM'ni tanımaya karar verdi.

13 Ekim 1921'de, TBMM ile Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan arasında Kars Antlaşması imzalandı.

Kars Antlaşması Maddeleri

13 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Kars Antlaşması ile

Tarafların birbirlerine zorla benimsetilmek istenen antlaşmaları kabul etmemesi,

Boğazların ticarete açılması ve İstanbul'un güvenliğinin sağlanması,

İki tarafın da topraklarında oturan vatandaşlarına ayrım yapmadan davranması ve asker-sivil tutukluların affedilmesi kararlaştırılmıştı.

Kars Antlaşması ile doğu sınırımız kesin şeklini aldı.

Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan Türkiye'yi tanıdıklarını bildirmişlerdi.

Ankara Antlaşması

Mondros Mütarekesi'nden sonra Fransızlar Güney Anadolu'nun bir bölümünü işgal etti.

Fakat bölge halkının direnişi sonucu Fransızlar çekilmek zorunda kaldı.

20 Ekim 1921'de Fransa ile TBMM hükümeti arasında Ankara Antlaşması imzalandı.

Ankara Antlaşması Maddeleri

20 Ekim 1921'de imzalanan Ankara Antlaşması ile;

Türkiye ile Fransa arasındaki savaşın sona ermesi ve tarafların kuvvetlerini yeni sınırlara çekmesi,

Savaş tutsaklarının karşılıklı olarak serbest bırakılması,

Azınlık haklarının korunması,

İstanbul bölgesi için yeni bir yöneti şeklinin belirlenmesi,

Türkiye - Suriye sınırı, İskenderun - Hatay bölgesi dışta kalacak bir şekilde çizilmesi,

İskenderun - Hatay bölgesinde özel bir yönetim kurularak, buradaki Türk halkının kültürel alanda özgün olması ve Türkçe'nin resmi dil olarak kalması,

Süleyman Şah'ın Caber Kalesi'ndeki mezarının Türk toprağı olarak sayılması kararlaştırıldı.

Ankara Antlaşması'nın Sonuçları

Bu Antlaşma ile Fransa, TBMM'yi resmen tanıdı.

Avrupa'da Türkiye'ye karşı oluşturulan blok parçalandı.

Güney cephesi kapandı ve Fransa ile savaş durumu sona erdi.

Fransa işgal ettiği güney illerimizden çekildi.

Ankara Antlaşması ile bugünkü Suriye sınırımız, Hatay ve İskenderun hariç olmak üzere, kesin şeklini aldı.

Fransızların bölgeden çekilirken bıraktıkları silah, cephane ve uçak ile Türk ordusunun gücü biraz daha arttı.

Ankara Antlaşması ile Fransa Misak-ı Milli'yi tanımış oldu.

Büyük Taarruz ve Mudanya Ateşkes Antlaşması


26 Mart 1922'de İtilaf Devletleri, Sevr Antlaşması'nda birtakım değişilikler yaparak barış önergesinde bulunmuşlardı. Misak-ı Milli'ye ters düşen bu önerge TBMM tarafından reddedildi.

Mustafa Kemal, Yunan ordusuna kesin ve son bir darbe indirmek için orduyu savaşa hazırladı.

Doğudaki ve Güneydeki birliklerin tamamı Batı Cephesi'ne aktarıldı.

Tekalif-i Milliye emirleri yeniden yürürlüğe girdi.

TBMM, 20 Temmuz 1922'de Mustafa Kemal'in başkomutanlığını süresiz olarak uzattı.

26 Ağustos 1922 sabahı Mustafa Kemal'in Kocatepe'den verdiği emirle Büyük Taarruz başladı.

30 Ağustos 1922'de Dumlupınar Meydan Savaşı kazanıldı.

9 Eylül 1922'de Türk Ordusu İzmir'e girdi.

Büyük Taarruz'un Sonuçları

1. Anadolu Yunan İşgalinden kurtuldu.

2. Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı ve Kurtuluş Savaşı'nın asker cephesi kapandı, siyasi cephesi açıldı.

3. Saltanat kaldırıldı.

4. Lozan Antlaşması imzalandı.

Mudanya Ateşkes Antlaşması

Mudanya Ateşkes Antlaşması'nın Sebepleri

Büyük Taarruz ile Batı Anadolu işgalden kurtulmuştu.

Boğazlar ve Trakya hala düşman işgalinde idi.

Türk ordusunun bu bölgeleri kurtarmak amacıyla harekete geçmesi üzerine İngilizler Ankara Hükümeti'ne barış önerisinde bulundu.

3 Ekim 1922'de Mudanya görüşmelerine başlandı.

Görüşmeler Türkiye, İngiltere, İtalya ve Fransa arasında yapıldı, Yunanistan katılmadı.


Mudanya Ateşkes Antlaşması'nın Maddeleri

1. Türk - Yunan Savaşı sona erecek,

2. Bu antlaşma'nın yürürlüğe girmesinden sonra Yunan kuvvetleri Ege Deniz'inden Trakya ve Bulgaristan sınırının kesiştiği yere kadar olan Meriç Nehri'nin sol kıyısına çekilecek,

3. Barış yapılıncaya kadar Karaağaç ve Meriç'in sağ kıyıları ile demiryolları müttefiklerce işgal edilecek,

4. Doğu Trakya, antlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra 15 gün içerisinde Yunanlılar tarafından boşaltılacak,

5. Bu boşaltmanın bitiminden 30 gün içinde Doğu Trakya Yunan memurları tarafından müttefik memurları aracılığıyla Türk memurlarına devir ve teslim edilecek.

6. Barış yapılıncaya kadar Türkler Doğu Trakya'ya asker sokmayacak ancak 8.000 Jandarma bulundurabilecek.

7. İstanbul ve Boğazlar Türkiye Büyük Millet Meclisi yönetimine bırakılacak, ancak Müttefik Kuvvetler barış antlaşmasının imzalanmasına kadar İstanbul'da kalacak,

8. Antlaşma 14-15 Ekim gecesi yürürlüğe girecek.

Mudanya Ateşkes Antlaşması'nın Sonuçları

1. Mudanya Antlaşması ile Kurtuluş Savaşı'nın askeri cephesi kapandı, siyasi cephesi açıldı.

2. İstanbul ve Boğazların TBMM'ye teslim edilmesi, Osmanlı Devleti'nin sona ereceğini ortaya koydu.

3. Doğu Trakya ve İstanbul savaşsız ele geçirilmiş oldu.

4. Mudanya Antlaşması sonunda Yunan yanlısı İngiliz Başbakanı Loyd George görevinden istifa etti.

Lozan Barış Konferansı

Konferansa Katılan Devletler

Türk ordusunun İstanbul ve Trakya'ya yönelmesi üzerine 27 Ekim 1922'de İtilaf Devletleri Lozan'da yapılacak barış görüşmelerine TBMM hükümetini de çağırdı.

Konferansa; İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Türkiye, Yunanistan, ABD, Romanya ve Yugoslavya, Rusya ve Bulgaristan katıldı.

Türkiye'yi temsilen; İsmet Paşa başkanlığında, Rıza Nur ve Hasan Saka'dan oluşan Türk heyeti katıldı.

TBMM'nin Türk Heyetinden İstekleri

Taviz Verilmemesi Gereken Konular Nelerdi?

Konferansa giden Türk heyetinden, Avrupalı devletlere şu şartları kabul ettirmesi istendi :

1. Misak-ı Milli sınırları içerisinde tam bağımsız bir Türk devletinin kurulması

2. Sınırların Misak-ı Milli'ye uygun olması

3. Azınlıkların ayrıcalıklı olmaması

4. Devlet borçlarının ödenmesi şeklinin bağımsızlığa aykırı olmaması

5. Kapitülasyonların kaldırılması

6. Boğazların statüsü konusunun egemenlik haklarımızı gölgelemiyecek şekilde düzenlenmesi

7. Savaş tazminatının yeni Türk Devleti'ne ödetilemeyeceği

8. Doğu sorununun kapandığı.


Lozan Barış Görüşmelerinin Kesintiye Uğraması


Lozan görüşmeleri devam ederken aşağıdaki konularda çıkan anlaşmazlıklar görüşmelere 4 Şubat 1923'de ara verilmesine neden oldu.


1. Lozan'da Yunanistan Karaağaç'ı vermek istememesi,

2. Boğazlar konusunda ortak bir görüşün oluşmaması,

3. İngilizler'in Musul'u vermek istememesi

4. Osmanlı Devleti'ne ait borçların bir kısmının Birinci Dünya Savaşı'ndan önce bizden ayrılan ülkelere bölüştürülmesi konusunun Avrupalı devletlerce kabul edilmemesi.

5. Kapitülasyonların kaldırılması

23 Nisan 1923'te görüşmelere tekrar başlandı.

24 Temmuz 1923'te Lozan Barış Antlaşması imzalandı.


Lozan Barış Antlaşması'nın Maddeleri


24 Temmuz 1923'de imzalanan ve 143 maddeden oluşan Lozan Antlaşması'nın ana konuları şunlardı


1. Türkiye'nin sınırları meselesi


Suriye Sınırı : Fransa ile TBMM arasında imzalanan 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması'ndaki hükümler aynen kabul edildi.

Irak Sınırı : Musul sorununun çözümü daha sonra Türk-İngiliz görüşmeleri ile çözümlenmesine kara verildi. Yani Irak sınırı sorunu ve Musul konusu Lozan'da çözümlenemedi. Lozan Antlaşması'nın bitiminden itibaren bu konu için 9 ay içerisinde Türkiye ile İngiltere'nin görüşmeleri başlatmasına karar verildi.

Batı Sınırı : Doğu Trakya bize geri verildi. Karaağaç ve yöresi de Yunanistan'dan alınacak savaş tazminatına karşılık olarak Türkiye'ye bırakıldı. İmroz ve Bozcaada Türkiye'ye bırakıldı. Diğer adalar Yunanistan'ın oldu. Anadolu'ya yakın olan adaların silahlandırılması yasaklandı. Oniki Ada'nın İtalya'ya verilmesi kabul edildi.

2. Kapitülasyonlar meselesi


Adli, mali, ekonomik ve yönetsel alanlarda yüzlerce yıl sürüp giden kapitülasyonlar tüm sonuçları ile toptan kaldırılmıştır. Türkiye'deki yabancı tiacri kurumlar da, kısa bir geçiş döneminden sonra Türk yasalarına uyacaktır.

3. Azınlıklar Sorunu

Bütün azınlıkların Türk uyruklu olduğu kabul edildi. Yani ülkede yaşayan herkesin Türkiye Devleti'nin halkı olduğu ilkesi benimsendi. Hiç kimseye ayrıcalık verilmedi ve eşitlik ilkesi benimsendi. Anadolu ve Doğu Trakya'daki Rumlar ile Yunanistan'daki Türklerin değiştirilmesi öngörüldü. Ancak bu nüfus değişiminin Batı Trakya Türkleri ve istanbul Rumlarını kapsamamasına karar verildi. Yani buralara yaşayan insanlar yerlerinde kalacaktı.

4. Savaş Tazminatı Meselesi

Lozan'da yabancılar Birinci Dünya Savaşı nedeniyle Türkiye'den savaş tazminatı istemişler ancak bu kabul edilmemiştir. Yunanistan ise Kurtuluş Savaşı'nda uluslar arası kurallara uymadan tahribat yaptığı için savaş tazminatı ödemiştir. Ancak ekonomik durumları iyi olmadığı ve ödeyecek güçlerinin bulunmaması nedeniyle Karaağaç yöresini Türkiye'ye vermeyi kabul etti.

5. Devlet Borçları Meselesi

Osmanlı Devleti ilk dış borcu 1854 yılında Sultan Abdülmecit zamanında aldı. Yüksek fazilerle alınan bu paralar gelir getirmeyen bir şekilde kullanıldı. Yani çeşmeler, saraylar vs. yapıldı. Daha sonra Sultan Abdülaziz zamanında da dış borçlanmaya devam edildi. II. Abdülhamit 1881 yılında devletin borçlarını ödeyemediğini Avrupalı devletlere duyurdu. Bunun üzerine aynı yıl, Osmanlı Devleti'nden alacağı olan ülkelerin temsilcilerinden oluşan bir Duyun-u Umumiye (Genel Borçlar Kuruluşu) kuruldu. Osmanlı Devleti'nin orman, maden, tuz yatakları ve bazı gelir kaynakları bu kuruluşun kontrolüne verildi. Bağımsızlığa aykırı olan bu kuruluşu Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı sırasında tek taraflı olarak kaldırdı.

6. Boğazların Statüsü Konusu

Boğazların hangi devletin egemenliği altında kalacağı konusunda ve statüsünün ne olacağı konusunda büyük tartışmalar çıktı. Rus temsilcisi dahi öldürüldü.

Sonuçta şu kararlar benimsendi.

a) Boğazlardan askeri olmayan gemiler ve uçaklar barış zamanında geçebilecek.

b) Askeri gemiler ve uçaklar; barış zamanından Karadeniz'e doğru geçişte, Karadeniz'de sahili olan devletlerden en güçlü donanmaya sahip bulunanından daha fazla gemi ve uçak geçmeyecek. Bunun dışında savaş gemi ve uçaklarına geçiş serbest, savaş zamanında sınırlama getirilebilecek

c) Boğazların yönetimi için başkanı Türk olan uluslar arası bir kurul oluşturulacak

d) Sovyet Rusya Lozan Antlaşması'nın sadece Boğazlarla ilgili bölümünü imzalamıştır.

7. İstanbul'un Boşaltılması Konusu

Lozan Antlaşması Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylandıktan altı hafta sonra işgal kuvvetleri İstanbul'dan gideceklerdi. Buna göre işgalciler 2 Ekim 1923'te İstanbul'dan ayrıldılar.


Lozan'da Çözülemeyen Konular

Lozan Antlaşması'nın imzalanmasına rağmen Türkiye'yi yakından ilgilendiren bazı konularda hala pürüzler kalmıştı.

Bu sorunlar şunlardı :

1. Musul Sorunu ve Türkiye-Irak Sınırı Sorunu

Lozan'dan hemen sonra 1924 yılında Türk ve İngiliz Temsilcileri İstanbul'da Musul konusunu görüşmeye başladı. Ancak İngiltere'nin burayı Türkiye'ye vermek istememesi üzerine görüşmeler kesildi. 1925 yılı başlarında Türk ordusunun Musul'u bir askeri harekatla almak istediği sırada İngilizlerin kışkırtması ile Şeyh Sait isyanı çıktı. Bunun üzerine Türkiye uluslar arası gücün Musul'u bırakmayacağını anladı ve içerideki sorunlarla uğraşmak için buradan vazgeçti. 1926 yılında Türkiye ile İngiltere arasında imzalanan Ankara Antlaşması ile Musul'dan vazgeçtik.

2. Hatay Meselesi

20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması'na göre; İskenderun ve Hatay sınırlarımızın dışında kalıyordu. Ancak 1938'de önce Hatay Devleti kuruldu sonra da 1939'da Hatay meclisinin verdiği kararla Hatay ve İskenderun Türkiye'ye katıldı. Böylece Lozan'dan sonra Suriye-Türkiye sınırında bir değişme oldu.

Lozan Barış Antlaşması'nın Önemi

Türk Devleti Avrupa Devletleri tarafından tanındı.

Osmanlı'dan kalan sorunlar çözümlendi.

Egemenlğimizi ve bağımsızlığımızı sınırlandıran pürüzler ortadan kaldırıldı.

Sınırlarımız çizildi.

Ermeniler'in Anadolu üzerindeki istekleri sona erdi.

Kapitülasyonlar kaldırıldı böylece tam bağımsızlık yolunda en önemli adım atıldı.

Osmanlı Devleti'nin sona erdiği kabul edildi.

Türk Devleti'nin diğer devletlerle eşitliği kabul edildi.

Doğu sorunu tamamen kapandı.

Halkçılık ilkesi benimsendi ve azınlık sorunu çözümlendi.

Ahmet Maranki Aslanpençesini Anlattı

Menopoz,kısırlık ve başka bütün cinsel sorunların doğal tedavisinde kullanılan çok önemli 2 bitkiden bahsedeceğiz size.

Esra Ceyhanla isimli programa konuk olan prf.dr. Ahmet Maranki bu önemli cinsel sorunlar ve tedavi yolları hakkında altın değerinde bilgiler verdi.

Civanperçemi ve aslanpençesi bitkilerini devamlı kullanan insanların her türlü cinsel sorunu ortadan kalkacaktır diyen Maranki özellikle menopoz için bu iki bitkiyi tavsiye ediyor.

Tiroid için cevizli kür

Tiroid sorununuza çözüm doğada.

Bir kaç adet cevizi bir su bardağında bir kaç gün bekletin ve cevizi yedikten sonra suyunu için. Bu uygulamayı hergün uyguladığınız vakit bir kaç hafta içinde kendinizdeki değişikliği farkedeceksiniz

Ayrıca ceviz arasındaki perdeden 25,30 adetini bir litre suda bekletin ve onu da aynı şekilde hergün tüketirseniz troide faydasını farkedeceksiniz

Prof. Dr. Ahmet Maranki

Kişnişin Faydaları ve Behçet Hastalığı

Ahmet Maranki ısrarlı ;Behçet hastalığı ve benzeri hastalıklarda oluşan yaralar için en ideal bitki kişniştir.

Esra Ceyhanla adlı programa konukolan Ahmet Maranki, kişnişin bütün yaraları tedavi ettiğini açıkladı.

Ağız ve çevresindeki yaraları tedavi etmek için, Toz kişnişi kaynar suya atın ve demleyerekiçin.
Kısa sürede yaralarınızın geçtiğini göreceksiniz.

Hem üretici Hem Tüketiciler (Hem Ototrof Hem Heterotroflar)

Hem üretici Hem Tüketiciler (Hem Ototrof Hem Heterotroflar)
Hem inorganik maddeden organik madde üretebilen hem de bazı organik maddeleri dış ortamdan hazır alan canlılardır. En çok bilinen örnekleri öglena ve böcekçil bitkilerdir. Böcekçil bitkiler, gereksinim duydukları besinin bir bölümünü (amino asitleri) yakaladığı böceğin proteinlerini sindirerek tüketici beslenme ile sağlarken bir bölümünü de (glikoz, yağ asidi, …) fotosentezle üretici beslenme ile sağlar. Öglena ise aydınlık ortamda fotosentez yaparak kendi besinini kendi üretirken karanlık ortamda hazır besin kullanır

Virüsler

Bazı varlıklar bulundukları ortama göre bazen canlı,bazen cansız gibi davranabilir. Cansız varlıklarla canlı varlıklar arasında geçiş formu olarak kabul edilen bu varlıklara virüs adı verilir. Bu nedenle virüsler, canlıların sınıflandırılmasına dahil edilmez.
Virüsler; en basit yapılı varlıklar olarak kabul edilir. Sitoplazmaları, hücre zarları, zarlı ya da zarsız organelleri, metabolik enzimleri olmadığından; tek çeşit nükleik aside, yani ya DNA ya da RNA ya sahip olduklarından hücresel yapıda değildirler. Bu nedenle beslenemeyen ve büyüyemeyen virüsler tek başlarına canlılık özelliği de gösteremez.

Kurban kesmenin önemi nedir?

Sual: Kurban kesmenin önemi nedir?
CEVAP
Kurban nisabına malik olan kimsenin zaruretsiz kurban kesmemesi günah olur. Kurban kesmesi vacibken, içindekilerin kurban kesmediği ev, inleyerek, sahibine beddua edip, (Kurban kesmediğin gibi, Cenab-ı Allah sana iyilik yapmayı nasip etmesin!) der. O ev, o yıl belalara duçar kalır. Kurban kesenin evi ise memnun olur, sahibine hayır dua eder. Bu bakımdan kurban kesmeyi bir nimet bilmelidir! Kurban kesen Müslüman, kendini Cehennemden azat etmiş olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Cimrilerin en kötüsü [vacib olduğu hâlde] kurban kesmeyendir.) [S. Ebediyye]
(Hâli vakti yerinde olup da kurban kesmeyen, namaz kıldığımız yere gelmesin!) [Hakim]
(Kurbanın postunun her kılına ve her parçasına bir sevab vardır.) [Hakim]
(Kurbanlarınız semiz olsun. Onlar Sıratta bineklerinizdir.) [Zâd-ül mukvin]
(Kurbanın derisindeki her tüy sayısınca size sevab vardır. Kanının her damlası kadar mükâfat vardır. O sizin mizanınıza konacaktır. Müjdeler olsun!) [İbni Mace]
(Kurbanlarınızı gönül hoşluğuyla kesin! Çünkü hiçbir Müslüman yoktur ki, kurbanını kıbleye döndürüp kessin de, bunun kanı, boynuzu, yünü, her şeyi kıyamette kendi mizanına konan sevabı olmasın!) [Deylemi]
(Sevab umarak kurban kesen, Cehennemden korunur.) [Taberani]
(Kurban bayramında yapılan amellerden Allahü teâlâ katında kurban kesmekten daha kıymetlisi yoktur. Daha kanı yere düşmeden Allahü teâlâ, onu muhafaza eder. Onunla nefsinizi tezkiye edin, onu seve seve kesin!) [Tirmizi]
(Kurbanların en hayırlısı boynuzlu koçtur.) [İbni Mace]
(Ya Fatıma, kurbanının yere akacak ilk kan damlasıyla, geçmiş günahların affedilir.) [İ. Hibban]
(Kesilen kurban, Kıyamette, etiyle, kanıyla 70 kat büyüyerek mizana konur.) [İsfehani]
 
Bin İhlas okurken konuşmak
Sual: Arefe günü Besmeleyle bin İhlâs suresi okurken, ihtiyaç hâlinde, arada konuştuktan veya başka bir iş yaptıktan sonra devam etmenin bir mahzuru olur mu?
CEVAP
Hayır, bir mahzuru olmaz. Peş peşe okumak şart değildir. Mesela, bir kısmı sabahtan, bir kısmı öğleden veya ikindiden sonra okunabilir.

12 Ekim 2012 Cuma

Türkiye'de Modern Bilimlerin Öncülerinden: Başhoca İshak Efendi

Türkiye'de Modern Bilimlerin Öncülerinden: Başhoca İshak Efendi


Osmanlı Devleti, hasta adam olarak nitelendirildiği dönemde bile, sanılanın aksine, Batı'daki bilimsel aktiviteleri yakından takip etmekte ve onları eğitim müfredatına almaktaydı. Avrupa, zengin kaynakları karşılıksız elde ettikten sonra, kurulan akademilere geniş maddi imkânlar sağlama fırsatı yakaladı. Bu ise, yoğun bir tercüme hareketiyle aldıkları İslam biliminin ilerletilip bilimsel alanda ciddi bir atılım yapılmasına yol açtı. Aynı dönemde Osmanlı ise kaynak darlığıyla ve bölgedeki huzursuzluklarla baş etmekteydi. Böyle bir dönemde Dünyadaki bilimsel çalışmaların takip edildiğine güzel bir örnek olarak İshak Efendi göze çarpmaktadır. Faik Reşit Unat Başhoca İshak Efendi adlı makalesinde şunları yazmaktadır: "Mühendishane Başhocalarından İshak Efendi'nin ilim hayatımızdaki yeri ve özellikle memleketimizde müsbet bilimlerin yayılmasında oynadığı öncü rolünün önemi, herhangi bir suretle tartışılması söz konusu olamıyacak bir gerçek olarak bilinmektedir."(Belleten, Cilt XXVIII, Sayı 109, 1964). Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu'nun Başhoca İshak Efendi: Türkiye'de modern bilimin öncüsü eserinden iktibaslar ile ona ve yaptıklarına yakındanbakalım: 

(Bu yağlı boya portresini Astronom ve Ressamlarımızdan Ahmed Ziyâ (Atacan) Bey (1875-1938) yapmıştır. Bu tablonun orjinali Kandilli Rasathanesindedir. Ahmet Ziyâ Bey bu tablosunda esinlendiği resmin orjinal halinin nerede olduğu bilinmemektedir. Ancak İshak Efendi zamanında yapılmış olduğu tahmin edilmektedir. İlk defa 1912 de Tarih Profesörü Mehmet Arif Bey (1873-1919) tarafından yayınlanmıştır. )

Batı'da gelişen modern bilimin Osmanlı Devletine girişini sağlayan bilim adamları arasında en önemli simalardan birisi de İshak Efendi'dir. İshak Efendi'nin gerçekleştirdiği geniş ve hızlı tercüme hareketi, Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn'un eğitim sistemine getirdiği yenilik ve düzenlemenin, Tanzimat öncesi Osmanlı bilim ve eğitim hayatında görülen önemli değişikliklerden sayıldığı gibi Tanzimat dönemindeki köklü değişikliklerin temelini teşkil ettiği ileri sürülebilir. [Sayfa 1]


Mühendishâne'deki eğitiminden önceki hayatı hakkında kesin malumat bulunmamakla birlikte, İshak Efendi'nin Yanya'nın Narda kasabasında doğduğu ve Musevi bir aileye sahip olduğu söylenmektedir. İbranice'yi aile muhitinde, Yunanca'yı doğduğu kasabada öğrenmiştir. Türkçe, Arapça ve Farsça bilmesi de onun İslamiyeti kabulünden sonra medrese tahsili veya benzer bir tahsilden geçtiğini ve İslamiyeti genç yaşta iken kabul ettiğini gösterir.


Mühendishâne'de, mantık dersinde İsagoci kitabını okutması batı dillerinden yaptığı terminoloji aktarmalarında türettiği Arapça menşeli Osmanlıca yeni terimlerin türetiliş şekilleri ve bu terimlerin Arap dili bakımından özellikleri kendisinin Arap filolojisine ileri derecede vâkıf olduğunu ve iyi bit medrese tahsili gördüğünü gösterir. [Sayfa 8]


İshak Efendi Mühendishâne'deki talebeliği esnasında zekası, bilgisi ve çalışkanlığıyla Başhoca Hüseyin Rıfkı Tamanî'nin dikkatini çekmiş ki, Tamanî 1816'da Medine'deki mübarek binaların tamiri ile görevlendirildiğinde, onu yardımcı olarak maiyetinde götürür. [Sayfa 9]


Daha talebe iken matematik ve mühendislik sahasında sahip olduğu derin bilgi İshak Efendi'ye büyük şöhret kazandırmıştır. Talebe iken Medine'ye gönderildiği, dışarıdan bazı kimselerin ondan ders almak için geldikleri ve ayrıca Mühendishâne-i Bahrî ve Berrî-i Hümâyûn'da eğitim usullerinin düzeltilmesi için ona müracaat edildiği görülmektedir.


İshak Efendi'nin ilmi çalışmaları yanında mühendislikte de başarılı olduğunu belirten Esad Efendi "Mühendishâne'de veya Tophane'de tamir veya silah konusunda halledilmesi gerekli bir husus ortaya çıksa, bunun hakkında bir iki saat içinde bir risale yazıp meseleyi açıklığa kavuştururdu".


İshak Efendi'nin kişilik olarak, çok çalışkan ve vaktini hiçbir zaman boşa geçirmeyen bir kimse olduğu, onun mesirelerde bile koynunda taşıdığı Kur'an-ı Kerim'i üç ay gibi kısa bir zamanda ezberlemesinden, hatta geceleri uyumadan önce oğlu Sami Efendi'ye Fransızca Tarih okutturmasından açıkça anlaşılmaktadır. [Sayfa 27]


Tercüme ve adaptasyon yolu ile Avrupa kaynaklarından kısa sürede hazırladığı kitaplar, gerek padişahın şahsından gerek diğer Osmanlı resmî makamlarından büyük ilgi ve destek görmüştür. 1831-35 tarihleri arasında Mühendishâne'ye başhocalık yapan İshak Efendi'nin eserleri arasında Mecmua-i Ulûm-i Riyâziye adlı dört ciltlik eserinin özel bir yeri olduğu muhakkaktır. Basımında önce İshak Efendi tarafından I. cildi Sultan II. Mahmud'a takdim edilmiştir.


Kaymakam Paşa (Sadrazam vekili), Sultan II. Mahmud'a sunduğu telhiste, İshak Efendi'nin Avrupa dillerindeki kitaplardan 4 ciltlik Mecmua-i Ulûm-i Riyâziye isimli bir eser telif ettiğini ve bir arzuhal ile 1. cildini padişaha sunduğunu, kitabın padişah tarafından incelenmesini ve İshak Efendi'nin nezareti altında kitabın basılmasını ve dağıtılması hususunda emir ve ferman buyurulmasını istemektedir. [Sayfa 50]


Kaymakam Paşa'ya Sultan II. Mahmud'un kendi eliyle yazmış olduğu ve kanaatini ifade eden hatt-ı hümâyûnu:

"Kaymakam Paşa

İşbu takririn ve mumaileyh [kendisine işaret edilen, evvelce geçen] İshak Efendi'nin arzı ile takdim eylediği kitap manzûr ve malum-ı hümâyûnum olmuştur. Vakıa mumaileyh sair mevcudlarına nazaran bu fende hünerlice adamdır. Tâziyane-i şevkini mucib olmak için atiyye-i hümâyûnumuz olarak bin rub'iyye [300 gr altın] tarafına gönderilmiştir. Mumaileyhe viresin ve tıbkı istidası üzere kendü nezaretiyle tab ve temsil ettirilmek ve hitamında dört cildin birer aynını taraf-ı hümâyûnumuza arz ve takdim olunmak üzere icrasına mübaderet olunsun."


Mecmua-i Ulûm-i Riyâziye'nin matematik, fizik, kimya, astronomi, biyoloji, botanik, zooloji, mineraloji gibi konuların Türkçe basılı metinlerini bir arada sunan ilk eser olması açısından Türk Bilim Tarihinde önemli bir yer işgal ettiği muhakkaktır. [Sayfa 46]


Mecmua-i Ulûm-i Riyâziye'nin 1247 (1831) de basılan ilk cildi Aritmetik (İlm-i hesab), Cebir (İlm-i cebir) ve Geometri (İlm-i hendese) konularını kapsamaktadır. II. cildi düzlemsel trigonometri, cebir kaidelerinin geometriye tatbiki ve geometri problemlerinin cebir yoluyla çözümü, bir yerin haritasının çıkarılması (kartograyfa), kale istihakmında gerekli trigonometrik hesaplar, yüksek geometri olarak adlandırılan elips, parabol ve hiperbol gibi koni kesitlerine, bunların özelliklerine, belirsiz denklemlerin geometrik konumlarının bulunmasına, irrasyonel eğri çeşitlerine, diferansiyel ve integral hesaplamalarına ayrılmıştır. III. cildi tamamıyla fiziğe ait konulara (hız, hareket, katı cisimlerin mekaniği, sıvıların mekaniği, gaz mekaniği, optik) ayrılmıştır. IV. cildi ısı, elektrik, küresel trigonometri, astronomi, biyoloji, akustik, botanik, zooloji, anatomi, mineraloji, jeoloji, ve kimyaya ait bölümleri ihtiva etmektedir. [Sayfa 55-61]

Kaynak: Ekmeleddin İhsanoğlu, Başhoca İshak Efendi: Türkiye'de modern bilimin öncüsü, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1989

İshak Efendi'nin eserlerinin değeri sadece bilim adamları tarafından değil devrin diğer bilginleri tarafından da bilinmekteydi. Meşhur Osmanlı hukukçularından Ahmet Cevdet Paşa, Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn'dan bir hoca'dan modern matematik üzerine ders almakta ve bu hoca ile birlikte mühendislik dergileri ve İshak Efendi'nin matematik üzerine yazmış olduğu eserleri okumakta idi. [Richard L. Chambers, "The Education of a Nineteenth-Century Ottoman Alim, Ahmed Cevdet Pasa", International Journal of Middle East Studies, Vol. 4, No. 4, sayfa 455]

Türk Kahvesi

Türk Kahvesi, Türkler tarafından keşfedilen kahve hazırlama ve pişirme metodunun adıdır. Özel bir tadı, köpüğü, kokusu, pişirilişi, ikramıyla kendine özgü bir kimliği ve geleneği vardır.
Önceleri Arap Yarımadası'nda kahve meyvesinin kaynatılması ile elde edilen içecek, bu yepyeni hazırlama ve pişirme metoduyla gerçek kahve lezzetine ve eşsiz aromasına kavuşmuştur. Kahve ile Türkler sayesinde tanışan Avrupa; uzun yıllar kahveyi, Türk kahvesi olarak bu yöntemle hazırlayıp tüketmiştir.

Brezilya ve Orta Amerika menşeili, arabica türü, yüksek kaliteli kahve çekirdeklerinden harmanlanan ve titizlikle kavrulan Türk Kahvesi, çok ince öğütülür. Bir cezve yardımıyla su ve isteğe göre şeker ilave edilerek pişirilir. Küçük fincanlarla servis yapılır. İçilmeden önce telvesinin dibe çökmesi için kısa bir süre beklenir.



Tarihi

1517 yılında Yemen Valisi Özdemir Paşa, lezzetine hayran kaldığı kahveyi İstanbul'a getirdi.
Türkler tarafından bulunan yepyeni hazırlama metodu sayesinde kahve, güğüm ve cezvelerde pişirilerek Türk Kahvesi adını aldı.
İlk olarak Tahtakale'de açılan ve tüm şehre hızla yayılan kahvehaneler sayesinde halk kahveyle tanıştı. Günün her saati kitap ve güzel yazıların okunduğu, satranç ve tavlanın oynandığı, şiir ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı kahvehaneler ve kahve kültürü dönemin sosyal hayatına damgasını vurdu.

Saray mutfağında ve evlerde yerini alan kahve, çok miktarda tüketilmeye başlandı. Çiğ kahve çekirdekleri tavalarda kavrulduktan sonra dibeklerde dövülerek cezvelerde pişirilmek suretiyle içiliyor ve en itibarlı dostlara büyük bir özenle ikram ediliyordu.
Kısa sürede, gerek İstanbul'a yolu düşen tüccarlar ve seyyahlar gerekse Osmanlı elçileri sayesinde Türk Kahvesinin lezzeti ve ünü önce Avrupa'yı oradan da tüm dünyayı sardı.

Özellikleri

- Dünyanın en eski kahve pişirme yöntemidir.
- Köpük, kahve ve telveden oluşur.
- Yumuşak ve kadifemsi köpüğü sayesinde damakta en uzun süre tadını devam ettiren kahve türüdür.
- Birkaç dakika şekli bozulmadan kalabilen bu leziz köpüğü sayesinde, uzun süre sıcak kalabilir.
- İnce kenarlı fincanda sunulduğu için, diğer kahve türlerine göre daha yavaş soğur ve böylece daha uzun süren bir kahve keyfi sunar.
- Yoğun şurupsu kıvamı ile ağızdaki lezzet tomurcuklarını aşırı uyararak hafızada yer eder.
- Diğer kahve türlerine göre, daha kıvamlı, yumuşak ve aromatiktir.
- Kendine özgü enfes kokusu ve özel köpüğü ile diğer kahvelerden kolaylıkla ayırt edilebilir.
- Kahve tutkunları tarafından, kaynatılarak içilebilen tek kahve olarak kabul edilir.
- Kahve Falı ile geleceği anlatmak için kullanılan tek kahve türüdür.
- Eşsizdir çünkü kahvesi fincanın içindedir ancak telve olarak dibe çöktüğünden filtre edilmesine ve süzülmesine gerek kalmaz.
- Hazırlanırken şeker ilave edildiğinden diğer kahvelerde olduğu gibi sonradan tatlandırmaya gerek yoktur.
- Sağlıklıdır çünkü fincanın dibinde biriken telvesi içilmez.
- Sıklıkla içildiği halde, miktar olarak fazla olmadığından şişkinlik yapmaz.
- Diğer kahve türlerine göre, bir içimde daha az kafein içerir.
- Pişirilirken, şekeri tercihe göre ilave edildiğinden içime hazır halde sunulan tek kahve türüdür.
- Kahveden önce su içilerek, ağızda bulunan önceki tatlar arındırılarak kahve tadının eşsiz bir şekilde tatılması sağlanır.

8 Ekim 2012 Pazartesi

Maden Suyu ve Soda Arasındaki Fark

MADEN SUYU VE SODA ARASINDAKİ FARK

Halk arasında soda ve maden suyu eş anlamlı kullanılmasına rağmen ikisi birbirinden farklıdır. Maden suyu, yeraltı sularından elde edilmiş, çözünmüş katı madde içeriği toplam 250 mg/l'den daha az olmayan sulara verilen addır. Çözünmüş mineral tuzları, elementler ve gaz içerirler. Mineralli suları diğer sulardan ayıran özellik, kaynağından elde edildiği anda spesifik miktar ve oranlarda mineraller ve iz elementler içermeleridir. 500 mg/l'den daha az mineral içerenlere düşük mineralli su,1500 mg/l'den daha fazla içerenlere yüksek mineralli su denilmektedir. Maden suyu içinde; bikarbonat, sülfat, klorit, kalsiyum, magnezyum, florit, demir ve sodyum bulundururlar. Farklı markalar farklı miktarlarda mineral içerirler. Marka tercih ederken içeriklerine mutlaka bakılmalı.

Mineralli su soda değildir. Masuder'in bilgilerine göre soda, ABD'de çok yaygın tüketilen yapay bir içecektir. İşlenmiş suya (şebeke suyu), litresinde en az 750mg olacak düzeyde soda (sodyum bikarbonat) ve litresinde 2-4g düzeylerde karbondioksit katılıp, şişelenmesi ile üretilir. Mineralli su litresinde en az 1000mg ve değişik mineraller içerir. Oysa, soda sadece sodyum ve bikarbonat içerir.

Limon Efsanesi

LİMON Kemoterapiden 10.000 kat daha güçlü
(Institute of Health Sciences, 819 N. L.L.C. Cause Street, Baltimore, MD1201)
Tıpta son yenilik, kansere karşı etkili!
Dikkatle okuyun ve kararı siz verin!!!
Limon, kanser hücrelerini öldüren mucizevi bir mahsul. Kemoterapiden
10,000 kat daha güçlü!!!
Neden biz bunları bilmiyoruz?
Çünkü bazı laboratuarlarda üretilen sentetik ilaçlarla birileri çok
büyük kârlar elde ediyor.
Şimdi bir arkadaşına bu maili yollayarak
limon suyunun kanseri önleyici faydalarını bilmesini sağlayabilirsin.
Limonun tadı güzel ve kemoterapinin korkunç yan etkilerine sebep
olmuyor. Multimilyonerlerin sahip olduğu büyük şirketlerin kârlarına
zeval gelmesin diye bu sır saklanırken daha kaç kişi ölecek?
Bildiğiniz gibi limon ağacı, limon ve lim (yeşil limon) gibi çeşitleriyle bilinir.
Bu meyveyi farklı şekillerde yiyebilirsiniz: posasını yiyebilir!
Suyunu sıkabilir, içecekler hazırlayabilir, şerbetler ve tatlılar yapabilirsiniz.
Bir çok erdemleriyle tanınır, ama en ilginç olanı tümör ve kistler üzerine olanıdır.
Bu bitki her tür kanser tipine karşı kanıtlanmış bir çaredir.
Bazıları kanserin her türlü varyasyonuna karşı yararlı olduğunu söylüyor.
Bakteri enfeksiyonları ve mantarlara karşı anti mikrobal spektrum olduğu, kurt
ve parazitlere karşı etkili olduğu kabul ediliyor.
Yüksek tansiyonu dengeliyor.
Ayrıca stresle savaşan, sinir bozukluklarına iyi gelen antidepresan etkisi var.
Bu bilginin alındığı kaynak gerçekten büyüleyici:
Dünyanın en büyük ilaç üreticilerinden birinden öğrenildiğine göre;
1970'ten beri 20'den fazla farklı laboratuar test etti ve sonuç olarak ;
Limon ekstresinin 12 kanser tipinde kötü huylu hücreleri yok ettiği ortaya çıktı!
Bu kanserler içinde ; kolon, göğüs, prostat, akciğer ve pankreas kanserleri de var.
Kanser hücrelerinin büyümesini yavaşlatmada limon ağacı bileşenlerinin
Adriamycin adlı bütün dünyada, genellikle kemoterapide kullanılan
ilaçtan 10,000 kat daha iyi olduğu gösterildi.
Daha da hayret verici olan; limon ekstreleri ile yapılan bu terapi; sadece kötü huylu
kanser hücrelerini yok ediyor ve sağlıklı hücrelere hiçbir menfi etkisi bulunmuyor.
Institute of Health Sciences, 819 N. L.L.C. Cause Street, Baltimore, MD1201



1 Ekim 2012 Pazartesi

Yarım Saat Yer Altında Tefekkür-ü Mevt

Muhakkak bu kişi delidir. Yada çok büyük bir musibeti vardır.. Gece vakti kabristanın duvarına tırmandığımı gören kimse mutlaka bu sözleri söyleyecektir.

Daha önce okumuştum.. Sufyan Es-Servi hazretleri -Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun- evinde kendisine bir kabir hazırlamıştı da arada sırada onun içine girer, yatar, öldüğünü düşünür ve sonra da heyecanlanarak,

-
(Rabbirciuuuun Rabbirciuuun ) (Rabbim beni tekrar döndür ) diye seslenerek kalkardı üzerindeki tozları çırparak:

"– Haydi dünyaya tekrar döndün bakalım, hangi sevapları kazanmaya çalışacaksın" dermiş..

Bana da bu günlerde ne oldu bilmiyorum. Hiç başıma gelmeyen bir duruma düştüm. Sabah namazım geçti. Gün boyu sıkıntıya maruz kaldım, çok üzüldüm.. Bilmeyerek günah mı işledim acaba? diye düşünceye daldım. Derken bir kaç gün sonra yine sabah namazımı geçirdim, üçüncü defa yine geçti sabah namazım. Artık bu nefsimi terbiye etmem gerektiğini anladım.

– Süfyan Es-Sevri hazretlerinin nefsine verdiği cezayı ben de vermeliyim yoksa cehennem ateşini boylayacak bu nefsim, dedim.

Kararı vermiştim artık. Bir boş kabre yatmalıyım, cehennem ateşinden daha kolaydır.. Aslında er geç varacağım yer kabirdir. Orası uzun zaman meskenim olacaktır. Bunu iyice düşünüp dünya gafletinden uyanmam gerekir, diyerek bu kararı verdim.

Nefsime zor geliyor tabii, bugün kalsın, yarın gideyim, derken günler geçiyordu. Bu arada bir daha geçmez mi sabah namazım, artık kesin kararlı idim ve hatta yemin bile ettim.

Bu gece boş kabre yatmalıyım dedim..

Tam gece yarısı olmuştu, kimse beni görmesin diye geceyi tercih etmiştim. Giderken düşündüm:

– Kabristanın kapısından mı girsem, duvara mı tırmansam? Eğer kapıdan geçersem bekçiye anlatmam gerekir, o da müsaade etmez her halde..

En iyisi duvardan atlamamdır, dedim. Allah'tan yardım isteyerek, bu yeminimi tahakkuk ettirmesi için yalvardım. Bismillahirrahmanirrahim, dedim. Duvarın üzerine çıktım, oradan kabristana bir baktım. Tüyler ürpertici bir manzara, sessizlik ve zifiri karanlık, tam kabristan sessizliği bu..

Bu gece dolunay aydınlığı olduğu halde burası neden bu kadar karanlık acaba? Hayret ettim doğrusu.

Her zaman cenaze defnetmeye girdiğim bu kabristan sanki hiç görmemişim gibi içimi korku kapladı. Ve kabristan kokusu değişik bir koku idi.. Ben böyle düşünürken sanki çok zaman geçti gibi uzadı vakit. Ben duvarın üzerindeyim, inemedim, hala düşünüyorum: Bu kabirlerin bazısında sevinç vardır, bazısında azap ve ağıt vardır, eğer benimle konuşmuş olsalar mutlaka Rasûlüllah sallAllahu aleyhi ve sellem efendimizin buyurduğu gibi:

Namaza dikkat edin!

Diyerek haykıracaklardır.

Buradan hemen inmeliyim, şimdi beni kabristan duvarının üzerinde bir kimse görürse "Muhakkak bu kişi delidir. Ya da çok büyük bir musibeti vardır" diyecektir.

Tabii sabah namazını geçirmekten daha büyük musibet olur mu? dedim, kabristanın içerisine atladım. O anda kalbimin titrediğini hissettim. Hemen duvara sırtımı sıkıca yaslayarak adeta yapıştım. Kendime sordum:

Kimden korunmak için sırtımı duvara dayadım acaba korkudan mı? dedim

- Hayır! Hayır! Ben korkmuyorum ki diyerek korkuyu kendime mal etmedim. Ben korkak değilim, belki de kabirlerin üzerine basmamak için böyle davrandım yoksa! Yoksa! korktuğum için mi acaba?

- Tabiî ki.

- Doğrusu çok korkmuştum.

Yavaşça başımı doğu tarafına çevirdim, çünkü o tarafta açılmış hazır kabirler vardı, daha önceden biliyordum. Oraya baktım, daha karanlık gibi geldi bana ve beni çağırıyor gibi oldu. Yavaş yavaş o tarafa doğru ilerlemeye başladım. Kabirlerin yanından geçerken soruyordum:

– Saidlerden misin? (mutlulardan mısın) şakilerden misin? (bedbahtlardanmısın)? neden şaki oldun acaba?

- Sen de namazını mı geçirdin?

- Yoksa şarkı, türkü, eğlence gaflet ile ömrünü boşa geçirenlerden misin?

- Yoksa zina edenlerden misin?

Belki Bu yanından geçtiğim kabirdeki yatan da "Yer yüzünde en güçlü benim" diyerek böbürlenmişti. Gençliğinin bir rüya gibi gelip geçeceğini, toprak yığınının altına yatacağını düşünememişti.. Daha ömrünün uzun olduğunu zanneden, birden bire kendisini burada bulan çok kimse yatıyor bu toprakların altında.

Derken kendime geldim. Ayaklarımı ağırlaşmış gibi hissettim. O koşan ayaklar çok ağır gidiyordu çünkü. Kendisini boş kabrin beklediğini biliyordu, oraya daha önce de gitmiştim lakin bu defa çok farklı idi..

Allah'ım! Bana ne oluyor? Acayip hımırtılar duyar gibiyim. Kulağımın arkasında nefes sesimi ne? Evet evet yakından gelen sesler duydum gibi. Nedir bu acaba?

Arkama dönüp baksam mı? Hayır hayır bakamam, çünkü her yandan bana doğru bakan siyah siyah hayaletler:

– Kimdir bu gece saatinde burada ne işi var diyecekler gibi oldu, dönemedim..

Hayır! Bunlar muhakkak şeytan vesvesesidir, öyle bir şey yok dedim.. Hemen düşündüm yatsı namazını cemaatle kıldım ya.. Allahımın koruması altındayım, başka şeyler aldırmam dedim.

Artık boş kabirlerin yakınına ulaşmıştım.. İnanın ki hayatımda oradan daha karanlık hiç bir şey görmemiştim..

"Hangi cesaret beni buraya kadar getirdi? Şimdi ben nasıl bu kabre inip yatacağım? İçerisinde beni nelerin beklediğini biliyor muyum?" diye kendime sorular yöneltiyorum.

Sanki kalbim ağzıma gelecek gibi oldu, çok çarpıyordu.

Buraya kadar geldim, bu yetişir, döneyim artık, yeminim için üç gün oruç tutayım dedim.. Sonra da;

Buraya kadar gelmişken yeminimi yerine getireyim.. Biraz kenarında oturur, kendimi alıştırır, sonra inerim, dedim.

Bu daracık ve çok karanlık kabir nasıl olur da ya cennet bahçesi ve ya cehennem çukuru oluyor diye düşünüyordum.

- Allahım nedir bu soğuk hava, dünya çok mu soğudu yoksa vücudumda bir ürperme mi oluyor?

Ya bu ses nedir? Şiddetli fırtına sesi gibi?

Hayır! Hayır! Rüzgar değil.. Çünkü etrafta uçuşan bir şey görmüyorum Zerrecik toz bile uçuşmuyor anladım rüzgar değil yine bir şeytan vesvesesidir bu.

Eûzü billahi mineşşeytanirracim, dedim, boyun atkımı serip üzerine oturdum. Dizlerim titriyordu, göğsüme doğru dizlerimi dayayarak güç almaya çalıştım, düşünceye daldım.

Burası bir kabir çukuru, mutlaka her insan buna girecek, bundan kaçış yoktur.. Böyle olduğu halde neden bu kadar servet edinmeye mal toplamaya koşarız?

Allah'ım! İnsan olarak nice birbirimizle bozuştuk… nice gıybetler ettik… namazı terk edenler... şarkıyı türküyü Kur'ân-ı Kerime tercih edenler... Bilmezler mi ki her canlı ölümü tadacak ve bu kabire girecek, neden gaflete dalıyoruz? Halbuki Allah Teala bizleri ne kadar da uyarıyor... Yine de duymazdan gelip her çeşit yasağı yapıyoruz diye düşünceye daldım...

Sonra da yüzümü kabristana doğru çevirdim, hafif bir sesle seslendim, yüksek sesle sormaya cesaretim yoktu, korktum, haydi birisi cevap verirse diye... yavaşça:

– Ey Kabirlerinde yatanlar ne oldu size?

Hani nerede gür sesleriniz? Nerede oğullarınız, kızlarınız? Mal mülk nerede?

Söyler misiniz sual soru nasıl geçti? Kabrin sıkıştırmasından göğüs kemiklerinin ufalanmasından haber verin..

Böceklerden, haşerelerden haber verin..

Hani dünyada iken damak tadını çok bilirdik, beğenmediğimiz yemekler olurdu ya… veya soğumuş diye iştahımız olmazdı ve ya böbürlenirdik yemekleri hazırlayanlara değil mi? Bazen da hatır bile kırardık…

İ'tina ile beslediğimiz bir vücudumuz vardı. İşte bu gün onu yemek için hazır bekliyorlar, böcekler haşereler daha nice bilmediğimiz varlıklar bizden gıda almayı bekliyorlar değil mi?

Artık çare yok, bu kabre inilecek dedim. Allah'a tevekkül ederek sağ ayağımı uzattım ve indim. Omuzumdaki örtüyü kabrin zeminine serdim, üzerine uzandım, başımı da yere koydum. Çok korkuyordum.

Düşündüm, şimdi bu topraklar üzerime çökmüş olsa ne yaparım?.. Yahut kabir beni sımsıkı tutsa ne yaparım? Sırt üstü yatmış olduğum halde gözlerimi de kapadım, kalbimin çarpması dinsin, vücudumun titremesi hafiflesin diye..

Daha ben diri iken, güçlü kuvvetli iken bu kadar zor olursa, güçsüz bir ölünün hali ne olacak? Tam kabrin (lahid) sapma yerine baktım o kadar karanlık ki böyle karanlık hiç görülmemiştir. Acayip bir durum hissettim, her yanı iyice kapalı olduğu halde lahidden öyle bir soğuk hava geliyor gibi oldu bana, donacak gibi oldum.. Yoksa korku üşütmesi mi bu hal? dedim.. Tabii ki çok korkulu bir yer.

İçerisine iyice bakmaktan o kadar korkuyordum ki hemen iki göz öfke ile bana bakıyor gibi geliyordu.. Yada bir mevtanın yanında imişim de o da gözlerini yukarıya dikmiş benden haberi bile yok gibi...

Artık bende lahid tarafına bakmaya cesaret kalmamıştı.. Halbuki boş olduğunu biliyorum. Yine de oraya bakmak cesaret istiyordu. Gözüm yine arada sırada oraya kayıyor, göz ucu ile bakıyorum.

Rasûlüllah sallAllahu aleyhi ve sellem efendimizin buyurduğu gibi:

"– Lailahe illAllah. İnne lilmevti sekratun."

Allah'tan başka ilah yoktur. Ölümün sekeratları vardır.

Ölüm anı geldiğinde halim ne olacak Rabbim derken bütün vücudumu titreme sardı.

Ben ruhumu teslim ederken ailemin telaşa kapılması, "Doktor getirin, okuyacak kim var?" diyerek çabalamasını görür gibi oldum.

Sonra ben ölünce arkadaşlarım beni tabut içerisinde getiriyorlar. "Lailahe illAllah" diyerek arkadaşımın biri beni kabre indiriyor, başımı tutuyor, yavaş yavaş yere koyuyor, sonra da birden bire toprakları atmaya başlıyorlar.

Sonra türbedar Ahmed Efendi elinde su kabını getiriyor, mezarımın üzerinden su serpiştiriyorlar, şeyh efendi de onlara şöyle diyor:

– Kardeşinize dua edin şu an sorgu sual olunuyor.. Kardeşinize dua edin şu an sorgu sual olunuyor diye tekrarlıyor.. Biraz dua edip gidiyorlar.. Beni yalnız bırakıyorlar..

Sanki o anda omuzundan tutulup sarsılıyor:

Ey İnsan! O kerim Rabbine karşı seni aldatan nedir? (İnfitar suresi; ayet 6)

Söyle bakalım, farz namazlarını terk ettin öyle mi? Halbuki:

– Gök gürültüsü, O'na hamd ile tesbih eder. Melekler de O'nun korkusundan "subhanAllah" derler (Ra'd suresi; ayet 13)

Ben bu hâle dayanamayarak:

– Rabbirciuuuuun… Rabbirciuuuuuun (Rabbim beni dünyaya döndür) diye haykırıyorum. O anda sanki sesim kabristanı sallıyor semavata ulaşıyor. Şu ayeti kerimeyi hatırladım:

– Nihayet o müşriklerin birine ölüm geldiği vakit "Ey Rabbim! Beni dünyaya döndür!

Tâ ki, o zayi ettiğim ömürde yararlı işler göreyim!
" der.

Hayır! Bu sadece onun söylediği boş bir kelimedir. Önlerinde ise tâ diriltilecekleri güne kadar bir perde (berzah alemi) vardır. (Mu'minun suresi; ayet 99-100).

Sonra ağladım, ağladım, çokca ağladım. Sonra da "Elhamdulillahi Rabbil alemin, alemlerin Rabbine hamdolsun ki daha ölmedim, tevbe ümidim var, "Estağfirullah El-Azim ve Etubu İleyh" dedim. Kırık gönülle kalktım, oturdum, yüce Allah'ımın huzurunda ne kadar güçsüz çaresiz bikes olduğumu bir daha anladım. Boynumu eğdim, atkımı aldım, üzerindeki kabir tozlarını çırptım.

Rabbim ne yücesin, diyerek evimin yolunu tuttum.

***

Her kim Allah Teâlâ'nın buyurduğu ayeti kerimeleri hafife alırsa pişman olacağı günü beklesin.

"Yâ siz zannettiniz mi ki, biz sizi boşuna yarattık da bize döndürülmeyeceksiniz?" (Mu'minun suresi; ayet 115)



Altınoluk Dergisi

Şeytanın Tatlı Söz ve Yönlendirmeleri...

ŞEYTANIN EN TATLI 12 SÖZÜ
 
1 - BİR DEFAYLA BİR ŞEY OLMAZ.
 
2 - DAHA GENCİZ.
 
3 - ALLAH (C.C) KALP TEMİZLİĞİNE BAKAR.
 
4 - ALLAH (C.C.) İLE KUL ARASINA GİRİLMEZ.
 
5 - EMEKLİ OLDUKTAN SONRA.
 
6 - ZAMAN SİZE DEĞİL SİZ ZAMANA UYUN.
 
7 - BİR ŞEY OLMAZ Allah(C.C) AFFEDER.
 
8 - BU KADAR GÜNAHTAN SONRA BİRAZ ZOR AFFEDİLİRSİN.
 
9 - FAZLA DÜŞÜNME KAFAYI YERSİN.
 
10 - CEHENDEMDE BİR SÜRE YANDIKTAN SONRA CENNNETE GİRMEYECEKMİYİZ. (Sanki kibrit çöpünün ateşine dayana biliyormuş gibi)
 
11 - BİZ BÜYÜKLERİMİZDEN BÖYLE GÖRDÜK.
 
12 - AMAN HA DİKKAT BEYNİNİZİ YIKAMASINLAR.

ŞEYTAN VE DOSTLARI

Bir gün Şeytan, dünya çapında konvansiyonel bir toplantı için tüm dostlarını çağırmış.

Açılış konuşmasında demiş ki:

Müslümanların Camilere gitmesini engelleyemiyoruz. Kur'an okumalarını ve gerçekleri öğrenmelerini de engelleyemiyoruz. Allah ve elçisi  ile sağlam ilişkiler kurmalarını da engelleyemiyoruz.

Allah ile bir kere  bağlantı kurduklarında üzerlerindeki gücümüz kırılıyor. Dostları demiş ki: Gerçekten zor bir durum, peki ne yapalım? Şeytan demiş ki: Bırakın Camilere gitsinler. Fakat zamanlarını çalın, böylece Allah ve elçisi  ile bağlantı kuramasınlar..

Sizden isteğim budur. Şeytan devam etmiş: Dikkatlerini dağıtın, böylece gün boyunca Allah ile hayati öneme sahip bağlantıyı kuramasınlar. Dostları şaşırmış: Bunu nasıl başaracağız?

Şeytan:
Hayatın önemsiz ayrıntılarıyla zihinlerini sürekli meşgul et! Müslümanların kulaklarına şunu fısılda: Harca, harca, harca.. Borç al, borç al, borç al..'

Kadınlarını işe girip uzun saatler boyunca çalışmaları için ikna et ! Erkeklerin haftada 6-7 gün, günde 10-12 saat çalışmalarını ve böylece hayatlarında boşluk kalmaması için planlar yap! Çocukları ile zaman geçirmelerini engelle!

Evleri ferahladıkları bir yer olmaktan çıkacaktır! Zihinlerini o kadar meşgul et ki kendi iç seslerini (oto kritik, nefis muhasebesi) dinleyemesinler! Böylece kafaları karışacak, Allah ve elçisi ile zihinsel beraberlikleri kopacaktır. Bravooo, mükemmel fikir, diye alkışlamış dostları. Durun, daha bitmedi, diye devam etmiş Şeytan:
 
Kahvehanelerde, doktor muayenehanelerinde,  kafe'lerde masaları gazete ve dergilerle doldur! Zihinlerini 24 saat haber bombardımanına tut! Araba kullanma esnasında tefekkür etmelerini, İnternete girenlerinin mailboxlarını, junk maillerle, sipariş  katalogları ile, bahislerle, çekilişlerle, promosyon ürünleri ile ve  boş umutlarla doldur! Gazete ve TV'leri ince yapılı güzel modellerle doldur ki kocaları dış güzelliğin önemli olduğuna inansınlar ve hanımlarından hoşlanmasınlar! Kadınların, akşamları kocalarıyla ilgilenemeyecek kadar çok yorulmasını sağla! Eğer kadınlar, erkeklerin ihtiyacı olan sevgiyi veremezlerse, erkekler  bu sevgiyi başka yerlerde arayacaklardır!

Çocuklarına namazın önemini anlatmalarını engellemek için hikaye kitaplarını tavsiye et!

Doğaya çıkıp Allahın yaratma sıfatını görmelerini engellemek için onları çok meşgul et, eğlence parklarına, fuarlara, spor karşılaşmalarına, oyunlara, konserlere, sinemalara vs götür! Oralarda kavga çıkarıp birbirlerini vurmaları sağla! Bizim işimiz fitne çıkarmaktır, bunu unutma! İslami dostluklar ve sohbetler yerine, taraftar-parti dostluklarını ve  dedikoduları teşvik et! İşte plan bu! Futbol, hayatlarının odağı olsun. Futbolcuların isimlerini çocuklarına ezberletmeyi marifet saysınlar! Ancak İslamın şartlarını merak bile etmesinler!

Kurnazca plan için dostları şeytanı çılgınca alkışlamışlar ve ülkelere dağılırken Müslümanları daha fazla meşgul edeceklerine, telaş içinde oraya buraya koşuşturacaklarına, Allah'a, Elçisine ve ailelerine daha az zaman ayırtacaklarına söz vermişler.   Sizce bu plan başarılı mı?
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...