Bu Site Sizin Sizde Yazınızı Gönderin

Evet bu siteye sizlerde yazılarınızı gönderebileceksiniz. Yapmanız gereken içerisinde link ve reklam olmayan yazılarınızı haberdaim@gmail.com adresine mail olarak göndermek.
Hepsi bu kadar. İyi Paylaşımlar
Dikkat edilmesi gerekenler;
Siteye cinsel içerikli, reklam içerikli paylaşımlarda bulunmak yasaktır.

31 Aralık 2011 Cumartesi

İki sıfır oniki duası / Mutlu yıllar !.. 2012

İki sıfır onbirli zamanlara, bu hafta veda ediyorum.
Bir takvime göre, uzun görünen kısa birşeyin başlangıcı yakın.

Madem öyle, ben de güzel dileklerde bulunurum. Adını "iki sıfır oniki duası" koyuyorum. Senin için. Şöyle başlıyor: Bu yeni zamanda... şöyle devam ediyor: Sevdiğim kim varsa, kendim de dahil, sevebileceğim herkes de dahil...

Sağlığı iyi olsun.
Kalbi ritmini çalsın. Yanakları kiraz pembesi, dudakları bal olsun. Teni sıcak kalsın, enerjisi dışına taşsın. Ciğerlerinden nefes, midesinden gurultu, bacaklarından güç eksik olmasın. Kanı bol olsun, damarlarında dönüp dönüp dolaşsın.

Sevdikleriyle birarada olsun. 
 Kolu kollarına değsin, gözü gözlerinin içine baksın. Lafları birbiriyle başlasın. Nesi varsa, bölüşücek biri olsun; nesi yoksa, bulup getiricek biri olsun. Bu birileri az ama öz olsun. Bazıları dünyada tek olsun. Sevgisinin tamamını harcasın. Harcasın ki, ona büyük bir miras kalsın.

Sevmekten bıkıp usanmayacağı biri olsun. 
 Onun yeri ayrı olsun. Onu soysun, başucuna koysun ama yalan uydurmasın. O herşeyine, her haline tek tanık olsun. Bir hareketiyle güldüren, bir hareketiyle ağlatan olsun. Duyguların hepsi onda olsun. Kalbi buna teslim olsun. Bütün şarkılar onu anlatsın. Aşık olsun, sırılsıklam olsun. Kurumasın.

Yapmaktan bıkıp usanmayacağı bir işi olsun. 
  Başarının gerçek adının bu olduğunu unutmasın. İbadet eder gibi, bu keşfini hergün yeniden kutlar gibi, onu yapıp dursun. Yaptıkça daha iyi yaptığını görsün. Daha iyi yaptıkça bunu başkaları da görsün. O başkalarının bunu gördüğünü, dış gözüyle görsün, iç gözüyle işine baksın.

Neşesi bol olsun.
Kendini mutlu etsin, durduk yere neşelenmek nedir bilsin. İçinde birşey durup durup zıplasın. Duydukları, gördükleri onu gıdıklasın, kahkaha attırsın. Gürültü çıkarsın. Saçma şeyler söylesin. Çocuklukta en şımardığı ana, sık sık gidip gelsin. Nereye gidip geldiği bilinmesin.

Değiştirmek istedikleri değişsin.
İçte ve dışta, iyi günde ve kötü günde tadilat yapsın. Eskilerini atsın, ruhunu havalandırsın. Kapıda hep kamyonu dursun. Dilediği yere taşınsın. Kendinden taşınmak isterse, içindeki güç, dışındaki sevgi ona yardımcı olsun. Bileği, bütün alışkanlıklarıyla, bağımlılıklarıyla güreşsin.

Birşey ona sürpriz olsun. 
  Günlerinden birgünü, bir pakete sarılı olsun. Açılınca, içinden hiç beklemediği güzel bir haber çıksın. Bu gün üçyüzaltmışbeş'ten herhangi biri olsun. Öylesine bir pazartesi, arkaya kavuşturduğu ellerinde, unutulmaz bir salı saklasın. Öyle tahmini mümkün olmayan birşey olsun ki bu, hayatın zekasını anlatsın.

Bir hayali gerçek olsun. 
 Bir hayale gözünü yumsun. Peşinden koşup, onu sobelesin. Hayalini kendinden saklamasın. Bir çizgi filmde olduğunu, herşeyin mümkün olduğunu unutmasın.

Bu duayı okusun. Kendi sesiyle duysun. Duası gerçek olsun.
Her kelimesine şükretsin. Tek satırına nazar değmesin. Amin.

Sevdiklerinizle mutlu bir yıl geçirin..
Dualarınız gerçek olsun yüreğinizden sevgi ve huzur, yüzünüzden gülümseme eksik olmasın..
Mutlu yıllar !..

6 Aralık 2011 Salı

İstatistik Bilgisi Karar Kalitesini Artırır

İstatistik Bilgisi Karar Kalitesini Artırır

Yönetim kararları sadece tecrübeye ve sezgiye değil, aynı zamanda verilere de dayandırılmalıdır.  Özellikle bilgi teknolojilerindeki gelişmeler şirketlerin piyasa hakkında birçok veriyi daha kolay toplayabilmesini ve saklayabilmesini sağlıyor.  Ancak, bu verilerden anlamlı sonuçlar çıkarmak ve bu bulguları kararlar için girdi olarak kullanabilmek istatistik bilimi hakkında bilgi sahibi olmayı gerektiriyor.   İstatistik belli varsayımlara dayanarak ortaya konan teorik modelin verilerle test edilmesi ve bu test sonucu benimsenen model kullanılarak öngörülerde bulunulmasıdır.   Kısaca, geçmişin verilerinden faydalanarak geleceğe ilişkin belirsizliği ve karar almada riski azaltma aracıdır.  İstatistiki bilgiler önemli olmakla birlikte iyi anlaşılmadığında yanlış yorumlanmaya da açıktır.  

Gerek her gün hastalarına teşhis koyan doktorlar, gerek mahkemelerde adil karar vermeye çalışan hakimler, gerekse şirketlerinde kaynak kullanımı konusunda karar veren yöneticiler gibi birçok meslekte karar verici konumda bulananların yeterince istatistik eğitimi almamış olması karar kalitesini olumsuz etkiliyor.

İnsanlar bir konuda karar verirken bilinçli veya bilinçaltı olarak farklı alternatiflerin gerçekleşme olasılıklarını değerlendiriyorlar.  Özellikle önemli sonuçları olan konularda, bu değerlendirmelerinde isabet oranını artırmak için yeni verilere ulaşmaya çalışıyorlar.  Ancak, bu konuda eğitim almamış olanlar, ki bu grup insanların büyük çoğunluğunu oluşturuyor, yeni edinilen bilginin ağırlığını doğru değerlendiremiyorlar.  Bu durum, alınan kararlarda da isabetsizliğe neden olabiliyor.

Konuyu bir örnekle açıklayalım.  Bir toplumda göğüs kanseri konusundaki taramalara katılan 40 yaşındaki kadınların %1’inde gerçekten göğüs kanseri bulunduğu belirlenmiş olsun.  Aynı zamanda, göğüs kanseri olanların %80’inin mamografi sonuçları da pozitif çıkıyor olsun.  Buna karşılık, göğüs kanseri olmayan kadınların %10’unda da mamografi yanlışlıkla pozitif çıkıyor olsun.  Bu durumda, yapılan taramada mamografisi pozitif çıkan bir kadının göğüs kanseri olması olasılığı nedir? 

Bu soruyla karşılaşan doktorların birçoğunun soruyu %70-75 olarak cevaplandırdıkları belirlenmiş.

Bu veriler ışığında soruyu cevaplandırmak için doktor olmak gerekmiyor.  Siz de cevaplandırabilirsiniz.  Ancak, istatistik konusunda bilgi sahibi olmayan doktorların olasılık tahminlerinin gerçek olasılıktan 10 misli kadar uzak olduğunu belirtmek gerekir(!)  Doktorunuzun yanlış tahmininin gerek tedavi masrafları, gerekse hasta ve ailesi üzerinde yaratacağı stres göz önüne alındığında, istatistik öğrenmenin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor.

Şimdi sorunun cevabını bulmaya gelelim.  Taramaya 40 yaşlarındaki 1000 kadının katıldığını düşünelim.  Gerçekte bunların %1’i göğüs kanseri olduğuna göre taramaya katılanlar arasından 10 kişinin göğüs kanseri olacağını beklemeliyiz.  Yukarıda verilen bilgilere göre elimizdeki mamografi testinin isabetliliği açısından, bu 10 kadından 8’inde mamografi sonucu pozitif çıkacak.   Ayrıca, yine elimizdeki mamografi testinin özelliği nedeniyle göğüs kanseri olmaması beklenen 990 kadından 99’unda da mamografi yanlışlıkla pozitif sonuç verecek.  Bu nedenle, mamografisi pozitif çıkanlar arasında göğüs kanseri olma olasılığı 8/(8+99) = %7.5 olarak belirlenir.  Bir başka ifade ile, test yapılmadan önce %1 olan olasılık, mamografi sonucunda %7.5’a çıkmış oluyor.

Benzer durumlar, erkekler için PSA testi ile prostat kanseri riskini belirlemede, doğumdan önce yapılan testlerde çocuğun sakat doğması olasılığının hesaplanmasında da karşımıza çıkabilir. 

Yine benzer bir durum bir mahkemede savcının şüpheliyi suçladığı bilginin etkisi için de kullanılabilir.  Örneğin, DNA testinin milyonda bir hata oranı olduğu durumda, DNA’sı tutan bir şüphelinin suçlu olması gerektiğini ve yanılgı payının ancak milyonda bir olacağı argümanını getiren bir savcının karşısında şüphelinin avukatı da, Istanbul’da 13 milyon insanın yaşadığını bu nedenle bu testin yanılabileceği 13 kişinin olabileceğini, bunun da müvekellinin gerçekten suçlu olma olasılığını 1/13 gibi küçük bir ihtimale düşürdüğünü belirterek savunabilir.  Ancak, savcının elinde başka deliller de varsa şüphelinin suçlu olma olasılığı hızla yükselebilir.  Örneğin, şüphelinin arabasının cinayet sıralarında yakın bir trafik ışığında kameraya yakalanmış olması gibi.  Bu nedenle, hata oranı ne kadar düşük olursa olsun, tek bir veriye dayanarak sonuca ulaşmak yerine, farklı kaynaklardan elde edilen verilerin bir bütün olarak ele alınması yapılan tahminlerin gerçek olma olasılığını artırır.

Teknolojik gelişmeler sonucu müşteri davranışları konusunda çok daha fazla veri toplanıyor olması ve toplam kalite yönetiminin ölç-değerlendir-iyileştir döngüsü istatistiki bilgileri iyi kullanabilmenin önemini artırmaktadır.  Ancak, unutulmaması gereken bir konu ‘En güzel yalanların istatistikle söylendiğidir!’

İstatistik biliminde en önemli yanlışlar veriler toplanırken yapılan örnekleme hatalarından kaynaklanır.  Örneğin, bir ürünün rakipler karşısındaki avantaj ve dezavantajlarını belirlemek için yapılan bir çalışmada örnekleme müşteri listeleri esas alınarak yapılırsa, rakip ürünleri seçmiş olanların görüşleri alınmadığından piyasanın görüşü doğru olarak yansıtılmamış olur.  

İstatistik modelleri sınırlı sayıda uç noktadaki veriden çok etkilenebilir.  Bunun için uç örneklerin yanlış bir ölçümden veya özel bir durumdan kaynaklanıp kaynaklanmadığına dikkat etmek gerekir.      

İki veri dizisi arasında bir korelasyon olması bir sebep-sonuç ilişkisinin ispatı değildir.  Bunun için üç önemli soruyu cevaplandırmak gerekir: (i) İki değişken arasında bir ilişki olmasını öneren bir teorik model var mı? (ii) Değişkenlerden hangisinin değişmesi diğerini etkiler? (iii) İki değişken arasındaki korelasyonun başka bir sebebi olabilir mi?  Örneğin, yumurta fiyatları ile hava sıcaklığı arasında yüksek bir korelasyon olması, yumurta fiyatlarını düşürmenin küresel ısınmaya bir çözüm olacağı anlamına gelmez!

İstatistik geçmiş dönemlere ait veriler kullanılarak geleceğe ilişkin öngörülerdeki belirsizliğin azaltılmasında kullanılır.  Ancak, istatistik her hangi bir hipotezin doğruluğunu veya yanlışlığını yüzde yüz ispatlayamaz, sadece belli bir olasılıkla (”mesela %95”) hipotezin desteklendiğini belirtebilir.   Matematik biliminin tersine, istatistikte “beşin” “dörtten” büyük olduğu ispatlanamayabilir!!   Örneğin standart sapması “iki” olan bir veri tabanı, iki ayrı ölçümde elde edilen “dört” ve “beş” sayılarının birbirlerinden istatistiki olarak yeterince farklı oldukları iddiasını destekleyemez.  Bu nedenle istatistiki olarak ayrıştırılamayan sonuçlar yöneticiler tarafından bir karar için kullanılmamalıdır.   

Toplam kalitenin “verilerle yönetim” anlayışı için istatistiğin etkin bir yönetim aracı olarak kullanılması gereklidir.  Ancak, bu iki ucu keskin aracı kullanırken verilerin toplanma sürecinden, analiz edilmesine ve yorumlanmasına kadar her aşamada dikkatli olma zorunluluğu vardır.

Bu nedenle, karar vericilerin istatistik bilgisini artırmak karar kalitesini artırır.

15 Kasım 2011 Salı

İYİ YÖNETİŞİMİN ANAHTARLARI

İYİ YÖNETİŞİMİN ANAHTARLARI

Yaşam Kalitesi için Stratejik Liderlik

Dr. Yılmaz ARGÜDEN

 

İyi yönetişim insanoğlunun yaşam kalitesini geliştirmenin ve kurumların sürdürülebilirliğini sağlamanın anahtarıdır.

 

Yaşam kalitesi tanımı ve ölçülmesi güç bir kavram.  Çünkü birbirinden farklı birçok boyutu içeriyor ve zaman, mekan ve kişiye göre farklılık gösteriyor.  Bu nedenle, yaşam kalitesi göreceli, öznel bir kavramdır.  Ancak, yaşam kalitesini “insanların birey ve topluluk olarak özlemlediklerini gerçekleştirebilmeleri” olarak tanımlamak bu dinamikliği, göreceliliği ve öznelliği de içinde barındırıyor.   Çünkü, insanoğlunun belki de en önemli özelliklerinden birisi bulduğunla yetinmeyip, her zaman daha iyisine özlem duymasıdır.   Gelişmenin temeli, bu daha iyiyi arama dürtüsüdür. Özetle, yaşamda kaliteyi yakalama çabası, insanın her zaman daha iyiyi arama güdüsünü karşılama çabasıdır. 

 

İnsanoğlu, özlemlerini gerçekleştirebilmek, yaşam ile ilgili risklerini yönetebilmek üzere topluluklar halinde yaşamaya başladığından bu yana kamusal, özel ve sivil toplum kurumları kurmaya ve bunların yönetsel hak ve sorumluluklarını tanımlamaya çalışıyor.   Yönetişim, toplumların, faaliyetlerini yönetmek amacıyla kullandığı politik, ekonomik ve yönetsel iradedir.  Yurttaşların, grupların ve toplulukların, ortaklaşa karar alma ve uygulamada, çıkarlarını dile getirmede, yükümlülüklerini karşılamada ve çatışma noktalarının çözümünde kullandıkları mekanizmaları, süreçleri ve kurumları kapsar.  Bu anlamda yönetişim, toplumsal aktörler arasında ve toplumsal aktörlerle kamu yönetimi arasındaki karşılıklı etkileşimin niteliğine işaret etmektedir.

 

Son ekonomik kriz küreselleşen dünyada insanların karşılıklı bağımlılığının ne kadar arttığını geniş kitlelerin anlamasına neden oluyor.  Ayrıca, küresel yönetişim sistemlerinin sağlıklı çalışabilmesi için ortak hareket edilmesinin ve geniş katılım sağlanmasının önemini ön plana çıkarıyor.  Küresel vatandaşlığın ön plana çıkmaya başladığı bir dünyada ne insan hakları, ne de demokrasi geleneksel anlamlarıyla sınırlı olarak algılanmıyor.  Geleneksel olarak insan hakları, hiç kimsenin cins, renk, ırk, dil, din, sosyal sınıf ya da politik inançlarından ötürü ayrımcılığa uğramaması temel ilkesine dayanır.  Demokrasi de genel olarak oy verme hakkı, düşüncesini ifade etme özgürlüğü, inanç ve girişim özgürlüğü gibi haklarla tanımlanır.

 

Oysa artık insan hakları da, demokrasi de bunların ötesine geçiyor.  Artık esas olan, insanların geleceklerini biçimlendirmede söz sahibi olması, küresel karar alma süreçlerine katılabilmesidir.   Modern çağın insan hakları ve demokrasi kavramlarının içeriği budur. 

 

Gerek küresel konularda toplumların söz sahibi olmasının, gerekse kamu kaynaklarını doğru ve verimli bir şekilde kullanmanın aracı günümüzde devletlerdir.  Bu nedenle, kamu yönetimi insanların özlemlerini gerçekleştirebilmelerinin ve bir ülkenin gelişiminin en temel aracıdır.  Siyaset, kamu kaynaklarının kullanımında karar verici konumda olma hak ve sorumluğunu üstlenmek üzere yapılır.  Neyin “doğru” olduğu konusunda farklı toplum kesimlerinin farklı öncelikleri olsa da, kamu kaynaklarının doğru kullanımının önündeki temel engel bu öncelik farkları değil, kamu sektöründe yönetim biliminin yeterince değerlendirilmemesidir.  Bu nedenle, siyasetçilerin sadece öncelikler üzerine değil, aynı zamanda süreçleri de içeren iyi yönetişim konusuna eğilmeleri ülke gelişimi açısında kritik önemdedir. 

Önceleri toplum yaşamını etkileyen konular, oy hakkına sahip olanlar tarafından topluca karara bağlanırdı.  Bu anlamıyla “katılımcı” olarak nitelenen demokrasi, giderek “temsili” demokrasiye dönüştü; çünkü katılımcı sayısı da, kararların karmaşıklığı ve çeşitliliği de artmıştı.  Ancak temsilci çıkarları ile toplumsal çıkarların zaman zaman örtüşmemesi ve eğitim/iletişim alanındaki teknolojik gelişmelerle bilinçlenen kitlelerin toplumsal kararlara katılım isteğinin artması, XXI. yüzyılda bu trendi tersine çeviriyor: yeni bir şekle bürünen katılımcı demokrasi ağırlık kazanıyor.  Sivil toplum örgütleri toplumsal kararların alınmasında seçilmişlerle birlikte rol alıyor. 

 

Bu değişimi kavramadan ve benimsemeden kamu yönetiminde başarılı olmak her geçen gün güçleşecek.  Bunun nedeni sivil toplum örgütlerinin, uyulması gerekli standartların ortaya konulmasında, kararlara dayanak olacak bilgilerin toplanıp yayılmasında, çözümler üretilmesinde ve en önemlisi katılımcı demokrasinin hayata geçirilmesinde hem zorlayıcı, hem de yardımcı olmalarında yatıyor.  Sivil toplum örgütlerinin rolünün seçilmişlerin ve/veya kamu kuruluşlarının yerini almak değil, katılımcı bir anlayışla onları desteklemek ve iyileştirmek için sorgulamak olduğu unutulmamalı.

Benzer şekilde özel sektörü oluşturan şirketlerin de sorumlulukları sadece hissedarları için kâr üretmenin ötesine geçiyor, sürdürülebilir bir dünya için kaynakları etkin kullanmaları her geçen gün daha büyük önem kazanıyor.  Tüm paydaşlara güven sağlayabilen kurumlar, tüm değer zincirinde daha çok kaynağı harekete geçirip vizyonları doğrultusunda yönlendirerek, başarıya daha kolay ulaşabiliyor ve sürdürülebilirliği sağlayabiliyorlar.   Bu nedenle, kurumsal güvenin temelini oluşturan kurumsal yönetişimin şirketler açısından da önemi küçük-büyük veya halka açık-aile şirketi ayırımı olmaksızın her geçen gün daha yaygınlaşıyor.

 

Kısaca iyi yönetişimin hayatımızdaki yeri ve önemi her açıdan artıyor: ister küresel sorunlara çözüm aramada, ister ülkelerin refah düzeylerini geliştirme çabalarında, isterse şirketlerin sürdürülebilir başarıyı yakalama çabalarında olsun.  Ancak, yeterince anlaşılmayan bir konu iyi yönetişimin bir kurallar dizisi değil, bir yönetim kültürü olduğudur. 

Yönetişim bir kurumda sadece karar vericileri  değil, tüm paydaşları kapsar.  Yönetişim kurumda karar verenlerin sadece bu yetkileri kötüye kullanmalarının önlenmesini değil, aynı zamanda sağduyulu, adil ve değer yaratacak şekilde kullanmalarının sağlanmasını da kapsar.  Bu nedenle yönetişim, ister küresel organizayonlar olsun, isterse ülkeler veya şirketler bir kurumun hedeflerine ulaşması ve en üstün performansı göstermesi açısından kritik önem taşıyor.  Bu hedefin gerçekleşebilmesi için kurum ve çevresindeki tüm paydaşların davranışlarının her zaman şu ilkeleri yansıtması gerekiyor: tutarlılık, sorumluluk, hesap verebilirlik, adillik, şeffaflık, etkililik ve katılımcılık

 

İyi yönetişim kurallarla değil, davranışlarla sağlanır.  Kurallar önemlidir, ancak iyi yönetişimin temel ilkelerinin ruhunu anlamaksızın, sadece çeşitli otoritelerce oluşturulan kurallara uyum için atılan adımların yönetim kalitesini geliştirmesini beklemek gerçekçi değildir.  İyi yönetişim bir kültürdür, bir iklimdir ve bir davranışlar bütünüdür.  Aslında, iyi yönetişim Yunus Emre’nin  ‘Kendine ne sanırsan, ayruğa (ötekine) da onu san, eğer dört kitabın mânası var ise, budur işte.’  dizelerin insanoğlunun kurduğu her kurumda hayata geçirilmesi anlayışıdır.

 

Karşılıklı etkileşimlerin yansımasını bulduğu, katılımcılığı temel alan, tek sesliliği değil, çoksesliliği hedefleyen bu yeni yönetişim anlayışının en önemli ön koşullarından biri de geniş kitlelerin, hayatlarını etkileyen gelişmelere ilgi duymaları, ilgi duymaları için bilgilenebilmeleri, bilgilenmeleri için de gerekli araçlara sahip olmalarıdır.   Bunun için bilgi çağına dahil olmaları, bilgi teknolojilerine ulaşabilmeleri gerekir. Bunu gerçekleştirecek yolları bulmak, gerekli adımları atmak da küresel bir sorumluluktur.   Tek tek ülkeleri aşan, bir bütün olarak uluslararası topluluğun üstlenmesi gereken bir sorumluluk. 

İnsan genlerinin haritasının çıkarıldığı, bilgi işlemede akıllara durgunluk veren hızlara erişildiği, bedava internet hizmeti sayesinde sıfır maliyetli iletişimin ufukta görüldüğü bu çağda dünya üzerinde yaşayan altı milyar insanın herbirinin kendilerini ilgilendiren kararlara ve bu kararların verildiği küresel yönetişim yapılarına katılma hakkını gündeme getirmek zorundayız.

 

Dünya nüfusunun bir bölümü, günümüzün iletişim  toplumuna dahil olamıyor, onun dışında kalıyor. Çünkü yeterli altyapı ve yeterli eğitim yok. Bu durum, demokrasi ve eşitlik ilkeleri temelinde yükselecek yönetişim yapılarının kurulmasının önünde ciddi bir engel oluşturuyor.  İletişim toplumunda ekonomiden siyasete, kültürden sosyal yaşama çok geniş bir alanda her türlü alışveriş gerçek boyuttan sanal boyuta kayıyor.  Yaşam tarzları, iş dünyası, ilişkilerin paylaşılmasında kökten değişikliklere gidilirken bu devrimi yakalayamayanlar sistemin gittikçe daha çok dışında kalıyorlar. Burada ürkütücü bir tehlikeyle karşı karşıyayız: Yoksa, demokrasi ve fırsat eşitliği ilkeleri üzerinde kurulmuş etkin yönetişim sistemlerine yönelik umutların yerini, birbirine  yabancılaşmış iki kutuplu bir dünya mı alacak?

O halde şu gerçek bütün yalınlığıyla karşımıza çıkıyor: Bilginin ve iletişim araçlarının eşitlikçi bir paylaşımını başaramazsak insanlığı ayırımcılıktan, önyargıdan ve saldırganlıktan arınmış bir dünya hedefine taşıyamayız.  Bu hedefe varabilmek için öncelikle çocuklarımıza neler öğreteceğimiz ve nasıl öğreteceğimiz konusunda bir reforma ihtiyacımız var. Bu da yetmez, küresel önceliklerimizi yeniden gözden geçirmeli ve geniş insan kitlelerin dünya vatandaşı olarak eğitimini küresel öncelikler listesinin başına koymalıyız.

 

Eğer bu gerçekleşmezse, insanlık global ölçekte, eğitimlilerle cahiller arasındaki fay hattı tarafından sarsılacaktır.  Bu sözünü ettiğimiz fay hattının jeolojik olandan farkı, yerkürenin değil, insanoğlunun en değerli sermayesinin, yani insan beyninin içinde yer alması ve bu nedenle de hem gözlenmesi, hem de onarılması daha güç olmasıdır.

 

Bu nedenle, insan hakları ve demokrasiye gerçekten inanıyorsak, bu dünya üzerinde yaşayan tüm insanların bir “dünya vatandaşlığı” bilinciyle eğitimini, yetişmesini ve karar süreçlerine katılımını sağlamak için çalışmalıyız.  Bilgi ve sevginin paylaşıldıkça arttığını unutmamalıyız.  Sürdürülebilir bir gelişme ve dünya barışı için küresel bir eğitim seferberliğinin önemini iyi anlamalı bu konu için yatırım yapmanın gelecek nesillerin yaşam kalitesini geliştirebilmede en önemli girişim olacağını anlamalıyız.  Kaynaklarımızı bugünden küresel eğitim seferberliğine yönlendirecek bilgelik düzeyine erişmeliyiz.

Özetle, yaşam kalitemizi artırabilmek için iyi yönetişim ilkelerinin tüm kurumlarda hayata geçirilmesini sağlamalıyız.  Kaliteli ve sürdürülebilir yaşam için de insanları sorumlu birer dünya vatandaşı olarak yetiştirecek küresel bir eğitim seferberliğine öncelik vermeliyiz.


DEĞERLENDİRMELER

“Dünyada çok farklı camialarda iyi tanınan, saygı duyulan, modern çağın Rönesans düşünürü ve liderinden muhteşem bir eser.  Yılmaz Argüden’in bu eserde ortaya koyduğu ilkeler bir yaşam boyu elde ettiği olağanüstü deneyimlere dayanıyor.   Her sayfası bilgelik dolu böyle bir kitap nadir bulunur.  Dünyanın geçmekte olduğu bu güç dönüşüm sürecinde sakin, yenilikçi ve özenle paylaşılan bilgelik dolu öneriler nasıl düşünmemiz ve hareket etmemiz gerektiği konusuna ışık tutuyor.  Mutlaka okunmalı.”


 John H. McArthur, Onursal Dekan, Harvard Business School

 

“Yılmaz Argüden yönetişim konusuna yepyeni bir bakış açısı getiriyor.  Çok önemli olduğunu düşündüğüm organizasyonların sürdürülebilirliği için güven ve kültür oluşturma kavramlarını ön plana çıkartan bu kitabın çok zamanlı olduğunu ve doğru bir bakış açısı kazandıracağını düşünüyorum.”

Frank Brown, Dekan, INSEAD

 

“Bir ülkenin veya dünyanın küreselleşme sürecinden sağlayabileceği faydalar herşeyden once bir iyi yönetişim konusudur.  Yılmaz Argüden bu kitabında iyi yönetişimin dünyada karar vericiler, politik ve ekonomik elitler için ne demek olduğunu çok iyi işlemiş.  İyi yönetişimin ve sürdürülebilir gelişmenin anahtarlarını ortaya koyan bu kitabı okumak büyük bir keyif.”

Gerhard Schröder, eski Almanya Başbakanı (1998-2005)

 

 

"Sürdürülebilir bir dünya ve daha iyi bir gelecek için devletlerin, şirketlerin ve sivil toplumun birlikte çalışmaları gerektiğini düşünenler için mutlaka okunması gereken bir kitap.  Bu kitabında Dr. Yılmaz Argüden güç ve karmaşık sorunlara bütünsel çözümler getiriyor."

Muhtar Kent, CEO ve Yönetim Kurulu Başkanı, The Coca Cola Company

 

 

“Yılmaz Argüden’i iyi yönetişime yeni bakış açıları kazandıran, dünyanın ekonomik, sosyal, politik ve kültürel olarak nasıl daha iyi bir yer olabileceğini ele alan bu girişimi için candan kutluyorum.”

Muhammad Yunus, Nobel Ödüllü Sosyal Girişimci, Grameen Bank ve micro-kredi kavramının kurucusu

 

 

“Her lider yönlendirmek durumunda olduklarının güvenini kazanmak ve sürdrümek konusuna öenm vermek zorunda.  Bu kitabında, Yılmaz Argüden modern çağda bu sürecin nasıl değiştiğini anlatıyor.  Devlet, sivil toplum ve iş dünyası liderlerine 21 yüzyılda liderlik konusunda ışık tutuyor.”

Jim Thomson, Başkan/CEO, RAND Corporation

 

“En önemli küresel yönetişim sorunlarını ele alan son derece iddialı ve derin düşünce dolu bir kitap.”

Jacques Attali, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası Kurucu Başkanı

23 Ekim 2011 Pazar

Van'da meydana gelen depremdeki çaresizlik için...

ÇARESİZLİĞİN RESMİ YAPILABİLİR Mİ?...

 

İnsanlığın içine düşebileceği en kötü durum belki de çaresizliktir! İnsan zor bir durumla karşılaştığında durumuna çare arar. Zira ancak çare olduğunda bir umut vardır. Ama öyle bir çaresizlik anı vardır ki... İşte onu anlatmak mümkün değildir.  Çaresizlik anlatılamaz ki, çaresizlik adı üzerinde çaresizliktir. Nasıl ki mutluluğun resmi yapılamıyorsa çaresizliğin tarifi de yapılamaz. Resmi ise asla yapılamaz. İşte bu çaresizlik anlarından biri de deprem anıdır.

Sallanma başladığında kanınızın damarlarınızdan yavaş yavaş çekildiğini hissedersiniz. Vücudunuzda var olan o mucizevi ahenk bir anda bozulur. Çaresizlik içinde donup kalır, tuhaf bir boşluğa düşersiniz. Duygularınız, algılamalarınız, iradenizin denetiminizden kopar gider. Kendinizin sadece bir et ve kemik yığını gibi hissedersiniz. Öyle ki o anda korkmak bile elinizden gelmez. Tüm denetiminizi yitirmişsinizdir. Bitmek bilmeyen sarsıntı ise bütün yıkıcılığı ile uzar da uzar... Yıllar geçer sanki, yüzyıllar geçer. İşte o dakikalarda insan olarak ne kadar küçük bir zerrecik olduğunuzun ayrımına varırsınız. Ve bırakırsınız kendinizi bir boşluğa, daha doğrusu yap-satçıların elinden kurtulan bir boşluğa atarsınız kendinizi. Ve beklersiniz sonucu. Sonuç muamma. Belki ölüm, belki ömür boyu sürecek bir sakatlık, belki de kurtuluş.... Tek çare beklemek. Hiçbir şeyin garantisi yok.

Aslında bu deprem dünyanın sadece ve sadece küçük bir noktasında meydana gelen küçük bir doğa olayıdır. Ama ülkemizde durum farklıdır. Zira bu küçük doğa olayının sonuçları ülkemizde hiç de küçük olmamaktadır. Binalar kağıt gibi un ufak olmaktadır bizim depremlerimizde. Ve enkaz altında, demir ve tuğla yığınları altında yüzlerce, binlerce ezilen insan.... İşte bu anlarda aklımıza hep o binaları yapıp satanlar gelir. Bir de onlara göz yuman yöneticiler... Önceden yapılan uyarılar, tarihi ve doğa gerçeklerine rağmen öncesinden tedbir almayan yöneticiler... O müteahhitlerin ve yöneticilerin bu işin günahını ne bu dünyada ne de öbür dünyada ödeyemeyeceğini bilirsiniz... Ama olan olmuş binlerce insan ölmüştür artık. Aramızdan bazıları bizi, başka bir evrende tekrar görüşmek üzere  terk  etmişlerdir. Onlar acının hançerini yüreğimize saplamış ve dönülmez akşamın ufkunda yitip gitmişlerdir. Kimileri kaderin yelkenlisine bindiler, kimileri de, arkalarında katil müteahhitlerini bırakarak ve belki de bizim sonradan onların cezasını vereceğimizi umarak, kalleş birer cinayete kurban gittiler. Ancak ülkemizde değişmez bir kural vardır. Giden gider, kalan sağlar bizimdir, bu kural ülkemizde hiç değişmez. Ve yine kural bozulmamıştır.

Ben bildim bileli hemen her depremde aynı acıları yaşarız. Hep de aynı nutukları dinleriz. Önce yardım kepazeliklerini yaşarız, sonra yaraları sarma palavralarını dinleriz. Ardından deprem evlerinin talanı gelir. Binlerce insana mezar olan o binaları yapanlara yeni rant kapıları aralanır. Onlara yine ilk depremde yıkılmaya aday kağıt gibi binalar yaptırılır ve devlet töreniyle, üstelik devlet büyükleri tarafından, süslü nutuklarla depremzedelere dağıtılır.  Yıllardan beri sürüp giden kısır bir döngüdür bu. Sanki güzel ülkemizin, talihsiz insanlarımızın değişmez yazgısıdır bu.

Doğu Anadolu’da bir deprem oldu bugün. Yıllardır uyarıyor uzmanlar, bekleniyordu böylesi büyük depremler. Ama alınmadı yeterince önlem. Yine binleri bulacak kayıp sayımız. Çünkü kağıt gibi yıkılmış binalar, canların üzerine.          Neden bu kadar duyarsız olduk anlamıyorum. Hiçbir şeyden ders almaz olduk. yaşadığımız büyük olaylar, büyük acılar bile umurumuzda değil. Siyasetten doğal afetlere, eğitimden spora.... Değişen hiçbir şey yok!...

Bazıların "Ne yapalım biz böyleyiz." dediğini duyar gibi oluyorum. Ama artık yeter. Uyanıp silkinme zamanı geldi. Zira bu kadarını hak etmiyoruz.

ARZU KÖK


12 Ekim 2011 Çarşamba

TAKVA NEDİR TAKVA SAHİPLERİNDE BULUNMASI GEREKEN ÖZELLİKLER

Muharrem Günay Sıddıkoğlu
Ortadoğu Gazetesi Yazarı
Almanya Türk Federasyonu Din Görevlisi

10 Ekim 2011 Pazartesi

Necip Fazıl'ın Kaleminden Hz. Peygamber (SAV)

BÜTÜN KAPILAR KAPANSIN; YALNIZ...

ImageÜzerlerinde ağır bir hâlsizlik, yine en yakınlarından iki Sahabînin kolunda, Mescide girdiler, minbere çıktılar:

« - Allah, kullarından birini, dünya ile kendi yakınlığı arasında serbest bıraktı; kul da Allah'ı seçti. »

Ebu Bekr ağlıyor:

- Anam, babam, her şeyim sana feda olsun, ey Allah'ın Resûlü...

Sahabîler, haşyet ve dehşetle birbirine bakışırken, Allah'ın Sevgilisi devam ettiler:

« - Sohbetiyle, sevgisiyle, malıyla, canıyla bana insanlar içinde en büyük yardımcı Ebu Bekr oldu. Eğer dünyadan bir dost seçmek gerekseydi, Ebu Bekr'den başkasını bulamazdım. Fakat onunla aramdaki, sadece İslâm kardeşliğidir. »

Ve heybetler içinde ilâve buyurdular:

« - Bugünden sonra Mescide açılan kapıların hepsi kapansın, yalnız Ebu Bekr'inki açık kalsın! »

Son emanet de Ebu Bekr'e verilmiş oluyordu.

« - Ey nâs! Kimin arkasına vurdumsa, işte arkam, gelip vursun! Kimin benden alacağı varsa işte malım, gelip alsın! »

Öğle namazı kılındıktan sonra yine minbere çıkıp aynı sözü tekrarladılar:

« - İşte arkam, işte malım.»

Üç dirhem alacak iddia eden biri çıktı. Hemen ödediler.

Arap Yarımadasında tek müşrik bırakılmamasını ve elçilere saygı gösterilmesini emir buyurdular.

« - Allah'a ısmarladık...»

Ve Hazret-i Âyişe'nin hücresine döndüler.

Çöle İnen Nur'dan

(Hz. Peygamber'in son günlerinin anlatıldığı bölümden...)



Onun kaleminde Hz. Muhammed (sav) yerine Peygamber, Allah Rasûlü, Gaye İnsan, Ufuk Peygamber, Rasûlullah gibi hitaplar vardır. Peygamber'e ismiyle hitap etmeme noktasındaki bu özen Çöle İnen Nur'da daha da yoğunlaşmakta ve alıntı veya aktarım cümlelerinde dahi "Muhammed" yerine "M…….." şeklinde bir ifadenin kullanıldığı görülmektedir. Elbette ki bu tutum Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'e duyduğu sevgiden öte büyük saygıyla alakalıdır.

Başta şiir olmak üzere edebiyatın birçok türünde verdiği eserlerle ve fikrî mücadelesiyle 20. yüzyıl Türk edebiyatında ve fikir hayatında oldukça önemli ve etkin bir konuma sahip olan Necip Fazıl'ın belki gözden kaçan, belki de hayatının ve siyasî mücadelesinin gölgesinde kalan bir hususiyeti de onun son asır edebiyatımızda Hz. Peygamber'i konu alan önemli kalemlerden biri oluşudur.

ImageMüslüman bir hayat görüşünü benimsediği 1930'lu yılların ortalarından vefat ettiği tarih olan 1983'e kadar geçen yarım asırlık bir dönemde altmışın üzerinde edebî ve fikrî eser kaleme alan ve bu eserlerinin büyük çoğunluğunda İslam düşüncesini konu edinen Necip Fazıl'da Allah Rasûlü'ne olan sevgi ve bağlılık da üst seviyededir. Şairin, şiirlerini topladığı Çile adlı eserinde Peygamber, Allah'ın Sevgilisi, Ölçü, O, Rütbe gibi Hz. Peygamber'e yazılmış müstakil şiirler mevcuttur. Bunun yanı sıra bazı şiirlerinde de tematik bağlamda olmasa da Hz. Peygamber ismen yer almakta veya O'na atıflar yapılmaktadır.

Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'den bahseden bu şiirlerini iki temel planda değerlendirmek mümkündür: Hz. Peygamber'in vasıflarını ve kişiliğini övenler ve şairin Peygamber'e olan sevgisini ve bağlılığını ifade edenler. Fakat bu yaklaşımın bu şiirleri kategorize etmek maksadı gütmediğinin ve zaten şiirlerin de böylesi bir kategorizasyona müsaade etmediğinin de altını çizmek gerekmektedir. Çünkü bazı şiirlerde bu iki anlam katmanının bir arada yer aldığı da görülmektedir. Mesela Rütbe şiirinde şair;

            "Düşünün, ben ne büyük rütbeye tutkuluyum!

            Çünkü O'nun kulunun kölesinin kuluyum!"

derken hem Hz. Peygamber'in şahsına övgüde bulunmakta hem de kendisiyle O'nun arasındaki irtibatı (yani O'na olan bağlılığını) ve bu bağın kendisine kazandırdığı pâyenin büyüklüğünü dile getirmektedir. Yine Peygamber'i konu alan Ölçü şiirinin ilk mısraında Allah Rasûlü'nü "Müjdecim,Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;" hitabıyla anan şair, ikinci mısrada "Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim" diyerek O'na olan sadakatinin derecesini ifade etmektedir.

Çile'deki bu şiirlerin dışında Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'in hayatını konu edinen ve müstakil bir kitap olarak basılan manzum bir eseri daha vardır. "Esselâm" adını taşıyan ve bir "mevlid denemesi" şeklinde değerlendirilebilecek olan bu eserinde Necip Fazıl, Hz. Peygamber'in dünyevî ömrünün 63 yıllık bir süreyi kapsamasından ilhamla 63 manzumede O'nun hayatının belli başlı noktalarını anlatmaktadır. Kitaba yazdığı Takdim yazısında eserini

"Umulur ki; bir gün Türk edebiyatı, bu eseri, yeni zamanların İslâmî tahassüste ilk temel kitabı saysın... Ve destanlık çapta cehd sarfetmenin ne demek olduğu bu vesileyle görülsün..."

şeklindeki ifadelerle tanıtan şair diğer taraftan eserinin Mevlid gibi kutsiyet atfedilerek okunması ihtimalinden de ürkmektedir. Ayrıca bu eser 1973 yılında kurulan Büyük Doğu Yayınları'nın da birinci kitabı olarak yayınlanmıştır. Tüm bunlardan anlaşıldığı kadarıyla Necip Fazıl, Esselâm'a çok büyük önem vermektedir. Zira kendi ifadesiyle "bu eser, hasret derecesini termometrelere ifade ettirmekten aciz olduğu bir ruh çilesi içinde yazılmaya başlan[mış]" ve "belki daha yakıcı bir çile dürtüşüyle tamamlan[mıştır]."


Esselâm'ın başarısızlığı karşısında Çöle İnen Nur'un başarısının sebeplerinden birinin de yine bu ifade serbestliği olduğu söylenebilir. Esselâm'ın manzum bir eser oluşu ve belli kalıplar dahilinde yazılması zorunluluğu Necip Fazıl'ın anlatımını belli noktalarda sınırlamış, hatta yer yer zorlamıştır.

Necip Fazıl'ın çok ses getireceğini umduğu bu eseri ne yazık ki şairin beklediği ilgiyi görmemiş ve Necip Fazıl külliyatı arasında en az basılan kitaplardan biri olarak kalmıştır. Hatta şair vefatından kısa bir süre önce kendisiyle yapılan bir söyleşide bu ilgisizliğe şu cümlelerle feryad etmiştir;

"Benim bir eserim var, Esselâm diye. 63 parçadan ibaret. Resulullah'ı anlatıyor. Zaten hayatı da 63 sene. Nerde bu Müslüman nesiller, tahassüsü seven nesiller..."

Esselâm'ın yaşadığı bu talihsizliğe karşın Necip Fazıl'ın Peygamber'in hayatını konu edinen diğer bir kitabı "Çöle İnen Nur" ise ciddi bir okur ilgisine mazhar olmuş ve edebiyatımızda bu konuda yazılan eserler içinde zamanla kendine önemli bir yer edinmiştir. Esselâm'ın aksine mensur olarak kaleme alınan Çöle İnen Nur'da da Allah Rasûlü'nün hayatı nûr-ı Muhammedî'nin yaratılışından Hz. Peygamber'in vefatına kadar bir bütünlük içerisinde anlatılmaya çalışılmıştır. Eserini bir sanat eseri olarak kurgulayıp kaynak göstermek, vaka atlamamak, kronolojiye tam riayet etmek gibi ilmî kaygılardan uzak bir biçimde yazan Necip Fazıl'ın yöneldiği okur kitlesi de "mü'minler veya iman istidadında olanlar"dır. Dolayısıyla eser, ispat veya ikna gayesi gütmemekte ve akılcı bir anlayışa hitap etmemektedir. Bu yaklaşımın Necip Fazıl'ın kalemine sanatsal bir serbestlik kazandırdığı ve eserin etki gücünü de arttırdığı görülmektedir.

Esselâm'ın başarısızlığı karşısında Çöle İnen  Nur'un başarısının sebeplerinden birinin de yine bu ifade serbestliği olduğu söylenebilir. Esselâm'ın manzum bir eser oluşu ve belli kalıplar dahilinde yazılması zorunluluğu Necip Fazıl'ın anlatımını belli noktalarda sınırlamış, hatta yer yer zorlamıştır. Esselâm'da zaman zaman görülen anlatım kusurları, anlam kopuklukları, sınırlanmışlık ve zorlama kâfiyeler gibi problemlere karşın Çöle İnen Nur'da ciddi bir anlatım zenginliği, eserin akışına uygun bir biçimde yol alan bir lirizm ve okuru tatmin edecek bir vaka yoğunluğu görülmektedir. Adeta Necip Fazıl, Esselâm'da anlatmak isteyip de şiirin kalıplarının sebep olduğu çeşitli tasarruflarla özetleyerek veya yoğunlaştırarak geçtiği şeyleri Çöle İnen Nur'da kendini sınırlamadan ifade etmiş gibidir.

Bu eserlerinin yanı sıra Hz. Peygamber'e hasredilmiş müstakil bir kitap olmasa da İhtilal adlı kitabının da 30 sayfalık bir bölümünde Hz. Peygamber'in inkılaplarını anlatan Necip Fazıl'ın ayrıca Nur Harmanı adlı bir de hadis derlemesi vardır. Bunlardan başka başta Dört Halife olmak üzere, Ezvâc- Tâhirât'tan Hz. Hatice ve Hz. Aişe, Peygamber'in kızı Hz. Fâtıma ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'le Aşere-i Mübeşşere'yi oluşturan diğer altı sahabî olmak üzere 80 kadar sahabînin hayatlarından karelerin yer aldığı Peygamber Halkası adlı eser ile Hz. Ali'ye hasredilmiş İlim Beldesinin Kapısı Hz. Ali adlı eser de dolaylı da olsa Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'le ilişkili eserleri arasında sayılabilir.

Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'i konu edindiği eserlerin dökümünü ve tanıtımını bu şekilde yaptıktan sonra şairin, bu eserlerinde takındığı dikkat çekici birkaç tavır üzerinde durmanın da onun Hz. Peygamber'e yaklaşımını veya O'nu anlatma tarzını açıklamada katkısının olması muhtemeldir. Öncelikle Necip Fazıl'ın, bu eserlerinde Peygamber'e asla adıyla hitap etmeyişi, yalnızca Allah Resûlü'nün çevresinde bulunan diğer kişilerin ağızlarından aktardığı bazı monolog veya diyaloglarda ve O'nun doğumunu ele aldığı bahislerin isim verme kısmında "Muhammed" lafzını kullanışı dikkat çekicidir. Onun kaleminde Hz. Muhammed yerine Peygamber, Allah Resûlü, Gaye İnsan, Ufuk Peygamber, Resûlullah gibi hitaplar vardır. Peygamber'e ismiyle hitap etmeme noktasındaki bu özen Çöle İnen Nur'da daha da yoğunlaşmakta ve alıntı veya aktarım cümlelerinde dahi "Muhammed" yerine "M........" şeklinde bir ifadenin kullanıldığı görülmektedir. Elbette ki bu tutum Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'e duyduğu sevgiden öte büyük saygıyla alakalıdır.

Necip Fazıl'ın Peygamber'i anlatma noktasında takındığı diğer bir tavır da O'nu "Müslümanların örnek alması gereken bir rehber veya prototip" olarak tasvir etme çabasıdır. Bu bağlamda Necip Fazıl'ı bu eserleri yazmaya iten sebebin yalnızca Peygamber sevgisi olmadığı, şairin Peygamber'e olan sevgisinin ve bağlılığının yanı sıra okurlarına bir rehber portresi çizme misyonunu da kendisine yükleyerek bu eserleri kaleme aldığı söylenebilir. Hatta bu durum yalnızca Peygamber'e dair anlatılarda değil, sahabilerin hayatlarından alınan karelerde de kendisini göstermektedir. Kısacası Necip Fazıl'ın, yüzyıllardır anlatılagelen vakaların yeni bir tekrarını yapmaktan ötede Peygamber'in yaşantısına dair önemli unsurları çağının insanına ulaştırmayı amaçlayarak bu eserleri kaleme aldığı görülmektedir.

Son olarak modern edebiyatımızda sayısı ve niteliği gittikçe azalan Hz. Peygamber konulu eserlerin içerisinde Necip Fazıl'ın eserlerinin ciddi bir önem arz ettiği ve Peygamber'in çağrısının ve bundan ziyade örnek şahsiyetinin 20. yüzyıl insanına ulaştırılması noktasında bu eserlerin -Necip Fazıl'ın kitleler üzerindeki etkileyici kişiliğinin de tesiriyle- önemli bir açığı kapattığı söylenebilir.

Çile'den

            PEYGAMBER

Sen, fikir kadar güzel;

Ve tek, birden daha tek!

Itrını süzmüş ezel;

Bal sensin, varlık petek...


Sensin ölüme hisar;

Bâkisi hep inkisar..

Sar bizi, çepçevre sar,

Rahmet rüzgârı etek!..

                                   (1958)

Esselâm'dan

                NUR

Yok bile yokken O vardı;

O bir nur... Ki mutlak saffet.

Âdem, Allah'a yalvardı;

O nur için beni affet!


Âdem'in alnında bir nur;

Derken öbür Peygamberde.

Âyet ki, çıplak okunur;

Ne bir harf, ne zarf, ne perde.


Geçti bilmem kaç nesilden,

O nur, İlâhi daire...

İbrahim'den İsmail'den,

Vesaire vesaire...


O nur, o nur, elde sancak;

Aktarılır, nebî nebî.

Bir beklenen var ki, ancak,

Nurun ezelden sahibi...


Nur sırdır, ışık üstü sır;

Vurduğu eşya gölgesiz.

Onsuz insan kör ve sağır;

Ülkeler onsuz, ülkesiz.


Son Peygamber, son Peygamber!

İlk olunca sona geldi.

Nur, fezayı tutan çember,

Ondan gelip O'na geldi.

7 Ekim 2011 Cuma

Kapıyı Çarpıp Çıkmak

Kapıyı hızlı çarpıp çıkma. Geri dönmek zorunda kalabilirsin" demiş
büyüklerimiz... "Kapıdan kapıya değişir" diye düşünebilirsiniz. Değişmez
aslında. Bazen öfke, hırs ya da intikam, kalbinizi kapının çarpma hızından
daha hızlı çarpar.

Sevgilinizi, işinizi ya da en iyi arkadaşınızı terk ederken çarptığınız
kapılar aynıdır. Hepsinde geride bıraktığınız insanlar vardır. Onları
"sizsizliğe" mahkum edip mutlu olurken, farkında olmadan kendinizi de
onlardan "eksiltmiş" olursunuz.

Bazen çarpma öncesinde "neden" sorusu gelir. Gelmezse bilin ki çarptığınız kapı
bir daha size hiç açılmayacaktır. Hayat politika gibi değildir. Pişkinlik ve
yüzsüzlük kaldırmaz. Pişmanlığa bile esnekliği çok azdır. Terazisi, "
çıkarlardan" çok, "duygularla" tartar. Kefenin birine kırık bir kalp
koyduğunuzda, diğerine ne koyarsanız koyun dengelemez. Kalp cam gibidir.
Kırıkları yapıştırsanız da izleri yok edemezsiniz.

Sevgilinizi, "sevgisizlikten" değil, "bencillikten" terk ediyorsanız, bundan
sonra çarpacağınız daha çok kapı var demektir. Her "çarpıntı" hayatınıza
attığınız bir çarpıdır. Bu çarpı, matematikteki görevini üstlenip "artırıcı"
etki yapmaz. Görevini, "eksi"ye devreder.

İşyerinizi, yeni bir iş bulduğunuz için terk ediyorsanız, kapıdan girerken
verdiğiniz sözleri hatırlamanız gerekir. Kimse hayatını aynı işyerinde geçirmek
zorunda değilse de, sözlerini tutmak zorundadır. Tabi bu sözleri tutmak kendi
elinde olduğu sürece...

Yasal zorunlulukları bir kenara atın. Patronun sizi Pazartesi çağırıp, Salı
günü atma lüksünü de... Patron sizi gönderirken, geride kalanların
durumundan çok kurumun devamlılığını düşünür. Kurum yoksa iş de yoktur.
Hedeflenen satışa, kara ve verimliliğe ulaşmadıkça Pazartesi-Salı
döngüsünden sıyrılmak da mümkün olmaz.

Siz giderken durum biraz daha farklıdır. Sevgilinizi terk etme nedeniniz işiniz
için de ortaya çıkarsa "çarpı" işaretinin "eksiltici" etkisi bir kez daha
devreye girer. Elinizdeki işleri devretmeden, geride kalanları zor durumda
bırakarak "çarparsanız" bu kez birden çok kişiyi hayatınızdan eksiltirsiniz.

En iyi arkadaşınızı terk ediyorsanız vay halinize. Kaç kişinin "en iyi"
arkadaşı vardır? "En iyi" arkadaşı edinmek kaç yıllık emek ister? "Kaç
yılda" edinilen "en iyi" arkadaş, "kaç saniyede" harcanır? "En iyi"nin
boşalttığı yeri doldurmak için kaç tane "iyi" gerekir?

Kapıları çarptıktan sonra kafayı çarpmamak için düşünmekte fayda var.

30 Eylül 2011 Cuma

Evde çiçek bakımı nasıl yapılır?

Salon bitkilerinin bakımı için bir takım aletlere ihtiyaç vardır.

Saksı ve altlığı

Sulama kovası

Sprey (nemlendirmek için)

Gübre

Yosunlu destek çubuğu

Bahçe Makası

Parlatıcı sprey

Zararlı ve hastalıklar için ilaç
http://www.genelhaber.net/images/haberler/evde_cicek_bakimi_h36491.jpg
Salon bitkilerinizin suya olan ihtiyacını parmağınızı 2 cm kadar toprağa batırarak anlayabilirsiniz. Kuruysa sulamak gerekir. Kış mevsiminde çiçeklerin dinlenmesi için daha seyrek sulama yapılması gerekir.

Bitkilerin yapraklarını ayda bir kez nemli bir süngerle temizleyebilirsiniz. Parlatıcı sprey, büyük yapraklı bitkilerde kullanılabilir ancak, afrika menekşesi, aşk merdiveni ve çiçekli, tüylü yapraklı bitkilerde asla kullanılmaz.

Çiçeklerimizin saksı değişimi en iyi bahar aylarında olur. Bitki kökleri saksıdan dışarıya çıkmış ve toprak çabuk kuruyorsa saksı değişimi yapılmalıdır. Bunun için gerekli olan, değiştirilmesi gereken saksıdan bir büyük saksı ve biraz topraktır.

Yeni saksının içine bir kaç taş, biraz kum ve üzerine gübreli toprak koyduktan sonra eski saksıdaki çiçeğin toprağını dağıtmadan yeni saksıya yerleştiriniz ve yan boşlukları toprakla doldurunuz.

Saksıya çiçeği ve toprağı iyice yerleştirdikten sonra, uygun yerleşim yerine koyarak hemen sulamayı yapınız. Saksı değişimini yaparken, bahçeden aldığınız toprağı değil, iç mekan bitkileri için hazırlanmış karışım toprağı tercih ediniz.

Tarım Duyurularından Haberdar Olmak İçin Facebook Grubumuza Katılın



29 Eylül 2011 Perşembe

MİKRO DALGA BEYİN KONTROLÜ SİLAHLARI

Nurullah AYDIN

29 Eylül 2011- ANKARA

 

MİKRO DALGA BEYİN KONTROLÜ

 

Bir  çok kişi; gazetelerde, TV ekranlarında yer alan haber, yorum ve analizlere kuşkuyla bakmaktadır. Bir gün söylenenlerin ertesi gün rahatlıkla tersi söylenebilmektedir.

 

Yani kafa karışıklılığı hemen her kesimde var. Yönü, yolu ve rotası belirsiz bir süreç yaşanıyor. Bunda kuşkusuz ülkede etkin olanların birikimsiz, bilgisiz olması temel etken.  Neden ve niçin ise soruluyor. Türkiye’de olan bitenlere farklı bir açıdan bakmak gerek.

 

Bakın; 80'li yıllarda nükleer silâhlara karşı protesto eylemlerinde bulunan Greenham Genel Kadınları'na yapılan ve çok iyi bilinen uygulama var. Bunların, barış protestoları esnasında, mikrodalga ışımayla, yanıkları, şiddetli baş ağrılarını, göz hasarlarını, geçici felçleri ve kanseri de içeren çeşitli saldırı emarelerine maruz kaldıkları belgelenmiştir. Bunların bir çoğu saldırılar sebebiyle ölmüştür.

 

Halkın büyük çoğunluğu davranış kontrolü gayesiyle, kendilerine karşı bu silâhların kullanıldığından haberdar olmadığı için, bu, Uzaktan Beyin Kontrolü Silâhları çok güçlüdür.

 

İstihbarat Ajanları bu gerçeği iyi bilmektedirler ve bu sebeple de, bu bilgiyi toplumun gözünden uzak tutmak için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar.

 

İstihbarat Ajanları bu gerçeği açıklamak isteyen kişilerin de itibarını yok etmek için çaba sarf etmektedirler. Yıllardır yetkililer, Uzaktan Beyin Kontrolü silâhlarının varlığını inkar etmek için halka yalan söylediler.

 

A.B.D. Ordusu'nun Körfez Savaşi sırasında toplu halde Irak taburlarına karşı, Uzaktan Mikrodalga Beyin Kontrolü Silâhlarını kullandığı, medya (Discovery Kanalı) tarafından topluma açıklandı. Daha da önemlisi son günlerde Channel 4 televizyonunda yayınlanan

(Büyük Birader'in...... Sevgisi İçin) isimli belgeselde, İngiltere istihbarat ajanlarının toplumun bir bölümünü bu silâhlarla hedef aldığı gerçeği gösterildi.

 

İstihbarat ajanları bu öldürücü olmayan silâhların varlığını artık inkâr edememelerine rağmen, hâlâ bu silâhların, sürekli olarak ve artarak toplum üzerinde, Uzaktan Beyin Kontrolü Deneyi"nin Davranış Manipülasyon ve Suikast için kullanıldığını inkâr etmeye devam edeceklerdir.

 

Yalnızca toplumun büyük çoğunluğu sonunda bu gerçeği gördüğü zaman, bu askerî ve polis istihbarat hiyerarşisinin otoriteci ve vahşi zihniyetinin, toplumumuzu gizli olarak idaresi altına almasını önleyebilecek miyiz?

 

Uzaktan Beyin Kontrolü Silâhlarının varlığı ile ilgili gerçek aydınlığa çıktığı zaman, bunların bizim masum toplumumuza karşı kullanılmasını ilgilendiren gerçek de ortaya çıkacaktır. Bu yalnızca bir zaman meselesidir.

 

Birçok bilim adamı, Prenses Diana suikastının sadece, İngiliz ve Fransız istihbarat işbirliği ile yürütüldüğünü değil, fakat başarıya ulaşmak için ve başarı süresince, Uzaktan Beyin Kontrolü Silâhlarının sinsice yaygın olarak kullanıldığı konusunda iknâ olmuştur.

 

Waco: Büyük Yalan Devam Ediyor video belgeselinde, 130 erkek, kadın ve çocuğun sistematik olarak FBI/BATF ortak operasyonuyla katledildikleri zaman, Waco Teksaitak, Davidien Tarikatı katliamında kullanılan üç ayaklık Uzaktan Beyin Kontrolü

Silahlarını göstermektedir. Bu gerçeklerin delili Özgürlük Projesi/Project Freedom websitesinde sunulmaktadır.

 

Bu teknolojiyi kendi halkına rahatlıkla kullanan ABD ve İngiltere, sömürmek istedikleri diğer ülkelerde benzerini yapmıyor mu? ABD’nin dünya hakimiyet doktrininde kilit ülkeler; Ortadoğu’da Türkiye, Asya’da Pakistan, Afrika’da Kongo, Amerika’da Panama, Doğu Asya’da Güney Kore’dir. Bu ülke yöneticilerinin; zihinsel şekillendirme uygulamasından geçtiklerini göz ardı etmemek gerekir.

 

Türkiye’nin siyasetçilerin, akademisyenlerin, gazetecilerin halka yönelik konuşmalarına dikkat ediniz! Ve çevrenizde ülkeyle ilgili ahkam kesenlere bakınız! Onlar belki de çok yakınınızdadır.

 

Günün Sözü: İnsanı fesatlık kemirir, hasetlik götürür, gurur alçaltır, adalet yüceltir.


23 Eylül 2011 Cuma

DİL DUYARLILIĞI

DİL DUYARLILIĞI

‘Dilini yitiren milletler yaşama hakkını da yitimiştir.’ Yani her şey dilimize gerekli değeri vermemizle başlar. Türkçe’yi sevmek, onu doğru kullanmak ve geliştirmek, Türk insanının, özellikle aydınının en öncelikli görevidir. Zira milletlerin gelişmişlik seviyeleri dil ile ölçülür. Yani medeni olmanın ön koşulu dildir.

XX.yüzyılın başlarında gelişimini tamamlamış bir dil olan dilimiz bir dünya dili olmaya aday iken, nereden geldiği belli olmayan bir hain rüzgarın etkisiyle bir bozma akıldışılığına uğruyor. Türkçe‘nin bin yıllık geçmişine, deneyimine hücum edildi. Bir milleti tarihine bağlayan en güçlü unsur olan dil devre dışı bırakılmış oluyor ve milletimiz tarihsizleştirilmek isteniyordu böylece. Dilden atılan her kelime, milletin ruhundan atılan bir parçaydı sanki.

Türkçemiz en yetkin çağındayken canına kastedildi. Ölmedi! Ölmedi, ancak sakattır şimdi. Neredeyse her duvarda İstiklal Marşı ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi asılı; ancak bu anıt niteliğindeki eserler artık gençliğe seslenmiyor. Zira yitirilen dil zenginliğimiz nedeniyle bunları algılamak için özel bir çaba harcaması gerekiyor gençliğimizin. Yani Türk Gençliği bunları anlamadığı için, onun temsil ettiği değerleri de anlayamıyor ve tarih, şiir, milli duyarlılık, hamiyetperverlik, bağımsızlık…vb.. duygulardan yoksun yetişiyor.

Tarihi ile bağları koparılmış, anadilindeki en yetkin eserleri okuyamayan, okusa da anlayamayan bir milletten ne beklenebilir ki? Söyleyelim. Oynayacak bu millet; geleceğiyle, ülkesinin geleceğiyle oynayacak. Milletin ve memleketin ölüm kalım savaşı verdiği devirleri bir ninni gibi dinleyecek, ‘Türk’ün ateşle imtihanı‘ nı dinlemeye ise tenezzül dahi etmeyecektir. Dinlemediği ve zaten araştırmadığı için de kendi öz değerlerine yabancılaşacak ve içinde yaşadığı medeniyeti hor görür duruma gelecektir. Bunun sonunda da başkaları gibi olmaya çalışacak ve kendinden dahi uzaklaşacaktır.

İçinde yaşadıkları milletin büyük kişiliklerini tanımayan nesiller ise zamanla kendilerine sahte kahramanlar, boyalı kişilikler edineceklerdir. Bir dil zevki, duyarlılığı edinemeyen genç, okuduğu her alt alta yazılmış şeyi şiir zannedecek, kulak tırmalayan hoyrat ezgileri türkü veya şarkıdır diye dinleyecektir. Tehlike böylece büyüyecek ve sonunda bu millet yok olmanın eşiğine gelecektir. Ki zaten şöyle bir baktığımızda pek de bu gelişmelere uzak olmadığımız gözlenmektedir ve durum kaygı vericidir.

Durum böyle iken dilimizin geleceğini temin etme zorunluluğuna sahibiz. Türkçe’yi tarihiyle barıştırabilmeli, temiz, zengin dilimizi anlamaya, konuşmaya, okuyup, yazmaya yönlendirmeliyiz. Böylece de insanımız içinde yaşadığı uygarlığın zenginliklerini anlayacak ve nasıl bir tarihin sürdürücüsü olduğunu görecek ve şimdiye kadar imrenerek baktığı kartondan putlar gözünde bir bir yıkılacaktır.

Bir an önce ideolojik saplantılardan vazgeçilip, Türkçe evlerimizde, okullarımızda tarihi gelişimi de göz önünde bulundurularak sevgi ve sabırla öğretilmelidir. Türkçe’nin geleceği, sadece edebiyat öğretmenlerine terk edilemeyecek kadar önemlidir. Vatanını seven her öğretmenin en önemli görevi –dalı ne olursa olsun- öğrencilerine dil duyarlılığını aşılamak olmalıdır. Zira Türkçe’yi sevmek, Türkiye’yi sevmek demektir.

Emin olunmalıdır ki dil duyarlılığına yeterince önem verildiğinde şuan içinde bulunduğumuz pek çok sorun halledilmiş olacaktır. Türk Gençliği kendi özüne, kendi milli ülküsüne sarılacaktır.

Dil ve tarih bilinciyle: ‘…….yatağından çıkmış bir su örneği, çamurlara bulanan Türk Milleti ve Türk uygarlığı, tarihi yatağına girecek ve elbette engin denizlere erecektir.’ Sizi bilemem ancak ben bu görüşe tüm kalbimle inanıyorum ve bu uğurda bize ve tüm aydınlara büyük bir görev düştüğünün de bilincindeyim.

Dilimize sahip çıkalım, ülkemizi yok olmaktan kurtaralım…

ARZU KÖK

kok.arzu@gmail.com


22 Eylül 2011 Perşembe

Google +Siz uygulaması

Google'un bu sabah karşılaştığım +Siz uygulaması diğer paylaşım siteleri mantığında ama çok farklılıkları var. Google bundan öncede birkaç deneme yapmış ama başarılı olamamıştı. Bu paylaşım sitesi eksikliğini gidermesi gerekiyor yoksa Alexa sıralamasında ki birincilik koltuğunu hemen arkasından gelen ve nefesini hisettiren Facebook 2. sırada yer almakta çünkü.
+Siz uygulamasında facebook ve twitter gibi gruplamar yapıp istediğiniz kişileri "çevre"nize ekleyebiliyorsunuz. Gerçi bu gruplama işini en iyi yapan twitter. Twitter'in listeleri sayesinde gruplamalar yapıp bütün akışı değilde sadece belilediğiniz yayıncılarınkini izleyebiliyorsunuz. Google+ uygulamasında da bu ön plan görünüyor. Google bu listelere çevre adını vererek bir farklılık yapmaya çalışmış. Ama bu üç sosyal paylaşım sitesini karşılaştırdığımızda bu son uygulama daha çok facebook uygulamalarına benziyor. Sanıyorum facebook ile mevcut rekabeti birkat daha artıracak gibi gözükor. Google'un en büyük avantajı belirli bir potansiyeli olması. Yeni uygulamları hemen bir çok kullanıcıya duyurabiliyor. Buda rekabette elbetteki önemli bir unsur.
+Siz uygulamasında paylaşım alanında resim, video, içerik ve link paylaşabiliyorsunuz. Google'un +1 uygulaması da +siz uygulamasına dahil edilmiş. +Siz adıda biraz paylaşım mantığıyla alakalı aslında. Tüm alem burada +sizde buradasınız demek. +siz ile ile dahada çok artımız var demek.
Paylaşılan içeriklere yorum yapıp sizde paylaşabiliyorsunuz. Bir içeriğe kaç yorum yapıldığı ne kadar paylaşıldığı gibi bilgileride elbette bulmak mümkün. Yine bu uygulama ile google mail adresli arkadaşlarınız ile videolu sohbetlerde yapabiliyorsunuz.
Bakalım rekabet daha ne yenilikler getirecek.

16 Eylül 2011 Cuma

NEFİS MUHÂSEBESİ

NEFİS MUHÂSEBESİ
 
Büyük islâm âlimi imam-ı Muhammed Gazâlî [450] hicrî senesinde Tus şehrinde tevellüd etmiş, 505 [m. 1111] senesinde, yine orada vefât etmiştir. Yüzlerce
kitabı içinde, son yazdığı (Kimyâ-i saadet) ismindeki kitabında, dördüncü rüknün altıncı aslında, fârisî olarak buyuruyor ki:
 
Enbiyâ sûresi, kırkyedinci âyetinde meâlen, (Kıyâmet günü terâzî kuracağım. O gün, kimseye zulmedilmiyecektir. Herkesin, dünyada yapmış olduğu zerre kadar
iyilik ve kötülüklerini meydana çıkarıp, terâzîye koyacağım. Herkesin Hesabını yapmaya yetişirim) buyurdu. Bunu haber verdi ki, herkes dünyada kendi hesabına
baksın. Peygamberimiz buyurdu ki: (Akıllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırıp, birincisinde, yaptıklarını ve yapacaklarını hesap eder. İkincisinde, Allahü
teâlâya münâcât eder, yalvarır. Üçüncüsünde, bir sanatte veya ticârette çalışıp, helâl para kazanır. Dördüncüsünde, istirâhat eder ve mubâh olan şeylerle
kendini eğlendirip, haram şeyleri yapmaz ve onlara gitmez). İkinci halîfe, Ömer-ül-Fârûk, [23 senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. Hucre-i saadettedir]
buyurdu ki, hesabınız görülmeden evvel, kendinizi hesaba çekiniz! Allahü teâlâ, meâlen buyurdu ki: (Şehvetlerinizi, [yâni nefsin arzularını] haramlardan
almamaya uğraşınız ve bu cihâdda sebât ediniz, dayanınız!). Bunun içindir ki, din büyükleri, bu dünyanın bir pazar yeri gibi olduğunu ve burada, nefis
ile alış-verişte olduklarını anlamışlardır. Bu ticâretin kazancı Cennettir. Ziyânı da Cehennemdir. Yâni kârı, ebedî saadet, ziyânı da, sonsuz felakettir.
Bunlar nefslerini, ticâretteki ortak yerine koymuşlardır. Ortak ile, önce şartnâme yapılır, sözleşilir. Sonra, işlerine, sözünde durup durmadığına dikkat
edilir. Nihâyet hesaplaşılıp, hiyânet yapmışsa mahkemeye verilir. Bunlar da, nefsleri ile, bir ortak gibi, sıra ile şu işleri yaparlar: Şirket kurmak,
onu murâkabe edip gözetmek, muhâsebe, yâni hesaplaşmak, mu'âkabet yâni cezâlandırmak, mücâhede yâni onunla uğraşmak ve muâtebet yâni onu azarlamaktır:
 
1 - Birinci iş, şirket kurmaktır. Ticâret ortağı insanın para kazanmakta ortağı olduğu gibi, bâzan da, hıyânet yapınca, düşmanı olur. Hâlbuki, dünyada kazanılan
şeyler, muvakkattir. Aklı olan, buna kıymet vermez. Hattâ, bazıları, (Geçici olan hayr, sonsuz kalan şerden daha kıymetsizdir) dedi. İnsanın herbir nefesi,
kıymetli bir cevher gibidir ki, bunlardan bir hazîne yapılabilir. Asl bunu hesap etmek Îcap eder. Aklı olan kimse, hergün, sabah namazından sonra, hâtırına
hiçbirşey getirmeyip, ortağı olan nefsine demelidir ki: (Benim sermâyem, yalnız ömrümdür. Başka birşeyim yoktur. Bu sermâye, o kadar kıymetlidir ki, her
çıkan nefes, hiçbir şeyle tekrar ele geçemez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. Ömr bitince, ticâret sona erer. Ticârete sarılalım ki, vaktimiz azdır
ve âhıret uzun ise de; orada ticâret ve kâr olmaz. Bu dünya günleri, o kadar kıymetlidir ki, ecel gelince, bir gün izin istenir, fakat ele geçmez. Bugün,
bu nîmet elimizdedir. Aman nefsim, çok dikkat et de, bu büyük sermâyeyi elden kaçırma! Sonra ağlamak, sızlamak, fayda vermez. Bugün, ecelin geldiğini,
daha bir gün müsâ'ade etmeleri için, yalvardığını, sızladığını ve sana, bir gün bağışladıklarını ve şimdi, o günde bulunduğunu farz et! O hâlde, bu günü
elden kaçırmaktan, bununla, saadete kavuşmamaktan daha büyük ziyân olur mu? Yarın ölecekmiş gibi, dilini, gözlerini ve yedi azanı haramdan koru!
 
Cehennemin yedi kapısı var, demişlerdir. Bu kapılar senin yedi uzvundur. Bu uzvları haramdan korumaz isen ve bugün ibâdet yapmaz isen, seni cezâlandırırım!
Nefis âsî, emirleri yapmak istemez ise de, nasihat dinler ve riyâzet yapmak, istediklerini vermemek, ona te'sîr eder. İşte nefis muhâsebesi böyle olur.
Resûlullah buyurdu ki, (Akıllı kimse, ölmeden önce Hesabını gören, ölümden sonra kendisine yarıyacak şeyleri yapan kimsedir). Bir kere de buyurdu ki: (Yapacağın
her işi, önce düşün, Allahü teâlânın râzı olduğu, izin verdiği bir iş ise, onu yap! Böyle değilse, o işten kaç!). İşte hergün, nefis ile böyle şartlaşmalıdır.
 
2 - İkinci iş, murâkabedir. Yâni, nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır. Ondan gâfil olursan, kendi şehvetlerine ve tenbelliğine döner. Allahü teâlânın,
her yaptığımızı, her düşündüğümüzü bildiğini unutmamalıyız. İnsanlar, birbirinin dışını görür. Allahü teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen
bir kimsenin, işleri ve düşünceleri edebli olur. Buna inanmıyan kâfirdir. İnanıp, muhâlefet etmek ise, büyük cesarettir. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor
ki: (Ey insân! Seni her ân gördüğümü bilmiyor musun?). Bir Habeş, Resûlullah efendimizin huzuruna gelip, (Çok günah işledim. Tevbem kabûl olur mu?) dedikte,
(Evet, olur) buyurdu. O günahları işlerken, O, görüyor mu idi? dedi; (Evet) buyurunca, Habeş, bir âh! çekti ve yıkılıp cân verdi. Îman ve hayâ böyle olur.
Peygamberimiz buyurdu ki, (Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet ediniz! Siz, Onu görmüyorsanız da, O sizi görüyor). Onun gördüğüne inanan, Onun beğenmediği
birşeyi yapabilir mi? Büyüklerden biri, bir talebesini, başkalarından daha çok severdi. Ötekiler, bu hâle üzülürdü. Her birine bir kuş verip, (Bunu, kimsenin
görmediği bir yerde kesip getiriniz) dedi. Hepsi tenhâ bir yerde kesip getirdi. O talebe ise, kesmeden getirdi. (Niçin sözümü dinlemedin, canlı getirdin?)
buyurdukta, (Kimsenin görmediği bir yer bulamadım. O, heryeri görüyor) dedi. Diğerleri, bunun müşâhede makamında olduğunu anladılar. Mısr mâliye nâzırının
zevcesi olan Zelîha, Yûsüf aleyhisselâmı, kendisine çağırınca, önce kalkıp büyük olduğunu sandığı, bir heykelin yüzünü örttü. (Bunu, niçin örttün?) buyurdukta,
ondan utandığım için, dedi. (Sen, bir taş parçasından utanıyorsun da, ben yerleri ve yedi kat gökleri yaratan, Rabbimin görmesinden utanmaz mıyım?) buyurdu.
Biri, Cüneyd-i Bağdâdîden (207-298 [m. 910] Bağdâdda) sorup, (Sokakta, kadınlara, kızlara bakmaktan kendimi men edemiyorum. Bu günahtan kurtulmak için
ne yapayım?) dedikte, (Allahü teâlânın seni, senin o kadını görmenden daha çok gördüğünü düşün!) buyurdu. Peygamberimiz buyurdu ki: (Allahü teâlâ, Adn
ismindeki Cenneti, şu kimseler için hazırladı ki, günah işliyecekleri zaman, Onun büyüklüğünü düşünüp, Ondan hayâ ederek, günahlardan kaçınırlar).
 
[Kadınların, saçları, kolları, bacakları açık olarak sokağa çıkmaları haramdır. Îmanı olan kadınlar, Allahü teâlânın gördüğünü düşünmeli, yabancı erkeklere
çıplak görünmemelidir]. Abdüllah ibni Dînâr diyor ki, Ömer ile Mekke-i mükerremeye gidiyorduk. Bir çoban sürüsünü dağdan indiriyordu. Halîfe buyurdu ki,
bu koyunlardan birini bana sat! Ben köleyim. Bunlar benim malım değil, dedi. Efendin ne bilecek, kurt kaptı dersin! O bilmezse, Allahü teâlâ biliyor ya,
deyince, Ömer, ağladı ve efendisini bulup, bu köleyi satın aldı ve âzâd etti ve (Bu sözün, seni bu dünyada âzâd ettiği gibi, o cihânda da âzâd eder) buyurdu.
 
3 - Üçüncü iş, amellerden sonra yapılacak muhâsebedir. Her gün yatarken, o gün yaptığı işler için nefsi hesaba çekmeli, sermâyeyi, kârdan ve zarardan ayırmalıdır.
Sermâye farzlardır. Kâr da, sünnetler ve nâfilelerdir. Ziyân ise, günahlardır. İnsan, ortağına aldanmamak için, onunla hesaplaştığı gibi, nefse karşı daha
uyanık davranmak lâzımdır. Çünkü nefis, çok hîleci ve yalancıdır. Kendi arzularını, sana iyi, faydalı gösterir. Her mubâhı bile sormalı, bunu niçin yaptın
demelidir. Zararlı birşey yaptı ise, tazmîn ettirmeli, ödetmelidir. İbnissamed, büyüklerden idi. Altmış hicrî senelik hayatının Hesabını yaptı. Yirmibirbinbeşyüz
gün idi. Âh! Her gün, en az, bir günah yapmış isem, yirmibirbinbeşyüz günahtan nasıl kurtulurum? Hâlbuki, öyle günlerim oldu ki, yüzlerce günah işlerdim,
diye düşünerek, bir feryâd edip yıkıldı. Baktılar, ruhunu teslim etmişti.
 
Fakat, insanlar, kendilerini hesaba çekmiyorlar. Eğer her günah işledikte, odasına bir kum koysa, bir kaç sene içinde oda kum ile dolar. Eğer, omuzlarımızdaki
kâtib melekler, her günahı yazmak için, bir kuruş isteseydi, malımızın hepsini vermemiz lâzım gelirdi. Hâlbuki, gaflet ile, çeşidli düşünceler ile, birkaç
sübhânallah desek, tesbîhi alır, sayar, yüz kere söyledim deriz de, her gün boşuna, nice şeyler söyleriz, bunları saymayız. Saymış olsak, her gün, binleri
aşar. Sonra da, terâzîde sevap kefesinin ağır basacağını umarız. Bu nasıl akıldır. İşte, Ömer, bunun için buyurdu ki: (Amelleriniz tartılmadan evvel, kendiniz
tartınız!). Ömer her akşam, kamçı ile ayaklarına vurup, bugün niçin böyle yaptın? derdi. İbni Selâm odun yüklenmiş taşıyordu. Sen hammal mısın? dediklerinde,
nefsimi tecrübe ediyorum, bakalım nasıl olacak, dedi. Enes [91 de vefât etti] diyor ki, Ömeri gördüm, kendi kendine diyordu ki, (Yazıklar olsun sana ey
nefsim ki, sana, emîr-ül-müminin diyorlar. Yâ Allahü teâlâdan kork veya Onun azâbına hazırlan!).
 
4 - Dördüncü iş, nefse cezâ yapmaktır. Nefis ile hesap yapıp, kusurlarını görüp, cezâ verilmez ise, cesaret bulur, şımarır. Kendisi ile başa çıkılamaz.
Şüpheli şey yimiş ise, aç bırakmalı, yabancı kadınlara bakmış ise, iyi mubâhlara baktırmamalı. Her azaya böyle cezâ vermelidir. Cüneyd-i Bağdâdî (298 [m.
910] de Bağdâdda vefât etti) diyor ki, (İbnil Kezîtî, bir gece cünüb oldu. Gusletmeye kalkarken, nefsi tenbellik etti ve hava soğuk, hasta olursun, sabr
et, yarın hamama git dedi. Antâri ile gusletmeye yemin eyledi. Öyle yaptı ve Allahü teâlânın emrinde gevşeklik yapan nefsin cezâsı budur, dedi.
 
Birisi, bir kıza baktı, sonra pişman olup, cezâ olarak serin su içmemeye yemin etti ve içmedi. Ebû Talha bağında namaz kılıyordu. Güzel bir kuş, yanına
kondu. Ona dalarak, kaç rekât kıldığını şaşırdı. Nefsine cezâ olarak, bağı fakirlere sadaka verdi. [Ebû Talha Zeyd bin Sehl-i Ensârî bütün gazâlarda bulundu.
(34) yılında 74 yaşında vefât etti.] Mâlik bin Abdüllah-il Hes'amî diyor ki, Rebâhül Kaysî gelip babamı sordu. Uyuyor dedim. İkindiden sonra yatılır mı
dedi ve gitti. Arkasından gittim. Kendi kendine: Ey boşboğaz! Senin nene lâzım ki, başkasının yatmasına karışırsın. Ahdım olsun ki, bir sene başını yastığa
koymıyacaksın, diyordu. Temîm-i Dârî uykuya dalıp, akşam namazını kaçırmıştı. Nefsine cezâ olarak, bir sene uyumamaya ahd etti. [Temîm-i Dârî Eshâb-ı kirâmdan
idi.] Mecma' büyüklerden idi. Bir pencereye bakarak, bir kız gördü. Bir daha yukarı bakmamaya ahd etti.
 
5 - Beşinci iş, mücâhededir ki, bazı büyükler, nefsleri kabahat yapınca, cezâ olarak çok ibâdet ederlerdi. Abdüllah ibni Ömer bir namazda, cemaate yetişmeseydi,
bir gece uyumazdı. Ömer, bir cemaati kaçırdığı için, ikiyüzbin dirhem gümüş kıymetindeki bir malı sadaka verdi. Abdullah ibni Ömer, bir akşam namazını
geciktirmişti. Hava kararıp iki yıldız görünmüştü. Bu kadar geciktirdiği için, iki köle âzâd eyledi. Böyle yapanlar çoktur. Nefsine ibâdetleri seve seve
yaptıramıyan kimseye en iyi ilâc, sâlih bir zâtın yanında bulunmaktır. Onun ibâdetleri zevk ile yaptığını görerek, kendi de alışır. Birisi diyor ki, ibâdet
yapmak için, nefsimde tenbellik gördüğüm zaman, Muhammed bin Vâsî ile sohbet ediyorum. [Muhammed bin Vâsî 112 [m. 721] de vefât etti.] Onunla birlikte
bulunmakla, nefsimin bir hafta içinde, ibâdetleri seve seve yaptığını görüyorum. Bir Allah adamını bulamıyanlar, daha evvel yaşamış, sâlih insanların hayatını
okumalıdır. Ahmed bin Zerîn bir tarafa bakmazdı. Sebebini sordular. Allahü teâlâ, gözleri, dünyadaki intizâma, her şeydeki inceliklere ve Onun kudret ve
azametine ibret ile bakmak için yarattı. İbret almadan, istifâde etmeden bakmak hatâdır dedi. Ebüdderdâ diyor ki, dünyada, üç şey için yaşamak isterim:
Uzun gecelerde namaz kılmak için, uzun günlerde oruç tutmak için ve sâlih kimselerin yanında oturmak için. [Ebüdderdâ Eshâb-ı kirâmdandır. Hazrec kabîlesindendir.
Şâmda ilk vâlî idi. (33) de vefât etti.] Alkama bin Kays nefsi ile çok mücâhede ederdi. Nefsine neden bu kadar azâb ediyorsun? dediklerinde, onu çok sevdiğim
için, onu Cehennemden korumak için derdi. Sana bu kadar sıkıntı emrolunmadı dediklerinde, yarın başımı dövüp, niçin yapmadım dememek için, cevabını verirdi.
[Alkama, Tâbiînin büyüklerindendir. İbni Mes'ûdün talebesidir. Altmışbirde vefât etti.]
 
6 - Altıncı iş, nefsi tektîr etmek, azarlamaktır.
 
Nefis yaratılışta iyi işlerden kaçıcı, kötülüklere koşucudur ve hep tenbellik etmek ve şehvetlerine kavuşmak ister. Allahü teâlâ, bizlere, nefslerimizi,
bu huyundan vazgeçirmeği, yanlış yoldan, doğru yola çevirmeyi emir buyuruyor. Bu vazîfemizi başarabilmek için, onu bâzan okşamamız, bâzan zorlamamız ve
bâzan söz ile, bâzan da iş ile, idare etmemiz lâzımdır. Çünkü, nefis, öyle yaratılmıştır ki, kendine iyi gelen şeylere koşar ve buna kavuşmakta iken rastlıyacağı
güçlüklere sabr eder. Nefsin, saadete kavuşmasına mani olan en büyük perde, gafleti ve cehâletidir. Gafletten uyandırılır, saadetinin nelerde olduğu gösterilirse,
kabûl eder. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ, Zâriyât sûresinde, meâlen, (Onlara nasihat et! Nasihat, müminlere elbette fayda verir) buyurdu. Senin nefsin
de, herkesin nefsi gibidir. Nasihat ona te'sîr eder. O hâlde önce kendi nefsine nasihat et ve onu azarla! Hattâ, onu azarlamaktan hiç geri kalma! Ona de
ki: Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddiâ ediyorsun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Hâlbuki, senden daha ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle
geçiriyorsun. Senin hâlin, şu kâtile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, idam edeceklerini bildiği hâlde, zamanını eğlence ile
geçiriyor. Bundan daha ahmak kimse olur mu? Ey nefsim! Ecel sana yaklaşmakta, Cennet ve Cehennemden biri, seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmiyeceği
ne mâlûm? Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü, ölüm kimseye vakit tâyîn etmemiş ve gece veya gündüz, çabuk veya
geç, yazın veya kışın gelirim dememiştir. Herkese ânsızın gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir. İşte ona hazırlanmadın ise, bundan daha büyük ahmaklık olur
mu? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
 
Günahlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan, kâfirsin! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve hayâsızsın ki, Onun görmesine önem
vermiyorsun! O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
 
Hizmetçin sana itaat etmezse, ona nasıl kızarsın! O hâlde, Allahü teâlânın sana kızmıyacağından nasıl emîn oluyorsun! Eğer Onun azâbını hafîf görüyorsan,
parmağını aleve tut! Yâhut, kızgın güneş altında bir saat otur! Yâhut da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını, dayanamıyacağını anla! Yok eğer,
dünyada yaptıklarına cezâ vermiyecek sanıyorsan, Kur'an-ı kerime ve yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygambere inanmamış oluyorsun ve hepsini yalancı yapmış
oluyorsun. Çünkü, Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin yüzyirmiikinci âyetinde meâlen, (Günah işliyen, cezâsını çekecektir) buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür.
O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
 
Günah işleyince, O kerimdir, rahîmdir, beni affeder diyorsan, dünyada, yüzbinlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık çektiriyor ve tarlasını ekmiyenlere
mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyorsun ve o vakit Allahü teâlâ kerimdir, rahîmdir, istediklerimi zahmetsiz bana gönderir
demiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
 
Belki inandığını, fakat sıkıntıya gelemiyeceğini söyliyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamıyanların, az bir zahmet ile, bu sıkıntıyı önlemeleri lâzım olduğunu,
Cehennem azâbından kurtulmak için, dünyada zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyanın bir miktâr zahmetine dayanamazsan, yarın
Cehennem azâbına ve âhıretteki zillet ve alçaklığa ve tard olmaya, kovulmaya nasıl dayanacaksın? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
 
Para kazanmak için çok zahmet ve aşağılıklara katlanıyor ve hastalıktan kurtulmak için, bir yahudi doktorun sözü ile, bütün şehvetlerinden vazgeçiyorsun
da, Cehennem azâbının, hastalıktan ve fakirlikten daha acı olduğunu ve âhıretin dünyadan çok uzun olduğunu bilmiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey
nefsim!
 
Sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tevbe etmeği, bugün etmekten kolay sanıyorsan,
aldanıyorsun. Çünkü tevbe, geciktikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeye benzer ki, faydası olmaz. Senin bu hâlin, şu talebeye
benzer ki, dersine çalışmayıp, imtihan günü hepsini öğrenirim sanır ve ilim öğrenmek için, uzun zaman lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek
için de, uzun zaman mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl yapabilirsin? İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce
sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayatın kıymetini niçin bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim!
 
Kışın muhtaç olacağın şeylerin hepsini, niçin yazdan hazırlayıp hiç geciktirmiyorsun ve bunları elde etmek için, Allahü teâlânın merhametine, ihsânına güvenmiyorsun?
Hâlbuki Cehennemin zemherîri, kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı, temmuz güneşinden aşağı değildir. Bunların hazırlığında, hiç kusur etmiyorsun
da, âhıret işlerinde gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir? Yoksa âhıret ve kıyâmet gününe inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi saklıyorsun?
Bu ise, ebedî felaketine sebebdir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
 
Marifet nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükten sonra, şehvet ateşinin, cânını yakmasından, Allahü teâlânın lütfü ve merhameti ile kurtulacağını sanan
bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğunun, Allahü teâlânın lütfü ile kendisini üşütmiyeceğini sanan kimseye benzer. Bu kimse, bilemiyor
ki, Allahü teâlâ, birçok faydaları sağlamak için, kışı yaratmış ise de, lutf ve merhamet ederek, elbise yapılacak şeyleri de yaratmış ve insanlara, elbise
yapmak için akıl ve düşünce vermiştir. Yâni, Onun ihsânı, elbise te'mînini kolaylaştırmakta olup, elbisesiz üşümemek şeklinde değildir. O hâlde, yazıklar
olsun sana ey nefsim!
 
Günahların Allahü teâlâyı kızdırdığı için, azâb çekeceğini zannetme ve günahlarımın Ona ne zararı var ki, bana kızıyor deme! Zannettiğin gibi değil. Seni
yakacak olan Cehennem azâbı, senin içinde ve şehvetlerinden meydana gelmektedir. Nitekim, insanın hastalığı, yidiği zehirden ve içine giren zararlı şeylerden
meydana gelmekte olup, tabîbin sözlerini dinlemediği için, onun kızmasından hâsıl olmuyor. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
 
Ey nefsim! Anladım ki, dünyanın nîmetlerine ve lezzetlerine alışmışsın ve kendini onlara kaptırmışsın! Cennete ve Cehenneme inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr
etme! Bu nîmet ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, istediğin kadar sıkı sarıl
ki, ayrılık ateşi, sevgin kadar çok olur. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
 
Dünyaya niye sarılıyorsun? Bütün dünya senin olsa ve dünyadaki insanların hepsi sana secde etse, az zaman sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız! İsmleriniz
unutulacak, hâtırlardan silinecek. Geçmiş pâdişâhları hâtırlayan var mı? Hâlbuki sana dünyadan az birşey vermişler. O da bozulmakta, değişmektedir. Bunlar
için, sonsuz Cennet nîmetlerini feda ediyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
 
Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin? İşte dünya, alınan saksı gibidir.
Onu kırıldı bil ve ebedî cevheri, elinden çıktı bil ve sana pişmanlık ve azâb kaldı bil!
 
Bunlar ile ve bunlar gibi sözlerle, herkes nefsini azarlıyarak, kendi hakkını ödemeli ve nasihate, önce kendinden başlamalıdır! Allahü teâlâ, doğru yolda
gidenlere selâmet ihsân buyursun! Âmîn.

9 Eylül 2011 Cuma

Alevilik

"ALEViLiK" DERS KiTAPLARINDA
 
M.Emin PARLAKTÜRK
parlakturk@yahoo.com
 
Bilgiden korkmamak lazım, çünkü bilgiden ancak cahiller korkar.
Ve bu cahillik; Allah, Kitap, Din, Peygamber gibi konularda yanlış algı ve inançlara yol açar.
Bilgiden korkanlar, tam aksine Allah'tan korkmazlar. Çünkü, kişi bilmediğinin düşmanıdır.
Allah'tan korkanlar ise, alimlerdir.
Bu korku; yalın, kuru, adî, kaba bir korku değildir..
Bu korku, Allah sevgisinden mahrum olma duygusudur.
Bu korku; Allah'ın rahmetinden, merhametinden uzak kalma tehlikesidir.
Bu korku; O'nun azabına, gazabına uğramaktan korkma endişesidir.
Bu korku; Ahirette, kulunun yüzüne bakmama, onu kendi haline terk etme handikabıdır.
Bir insan için bundan daha büyük korku olabilir mi?!
Korkuyu yenmenin, korkudan uzak durmanın biricik formülü; Allah'ın "el-Alim" sıfatına talip olup gerçek bilgiyi öğrenme ve gereğince yaşama gayretidir.
İslam dini, ilme bunun için büyük önem vermiştir.
Bu yüzden, alimlerin mürekkebini şehitlerin kanından üstün tutmuştur.
Esirlerin kurtuluş fidyesini mala-mülke, paraya-pula değil, okuma-yazma öğretmeye bağlamıştır.
***
Tarih boyunca "bilgi" diye anlatılan hurafe, efsane ve hikayeler; ne yazık ki, toplumları birbirine düşürmeye yetmiştir.
Peygamberleri en çok meşgul eden de, bu gerçek dışı batıl bilgiler olmuştur.
Toplumdaki bu bilgi kirliliğini temizlemek hem zor olmuş, hem zaman almıştır.
Bugün de, bu batıl inançlar ve yanlış bilgiler, insanları etkilemeye devam ediyor.
Bunların yerine ilahi vahiy ve doğru bilgiler öğretilmedikçe, bu etki devam edecektir.
Milli Eğitim, ilk defa bu yıl ders kitaplarına "Alevilik" konusunu almış.
İsabetli bir karar olduğunu düşünüyorum.
Bilgiden korkmamak lazım, dememin sebebi de bu.
Umarım, kendilerini "alevi" diye tanıtan pek çok kişinin evlâdı, aleviliğin ne olup olmadığını böylece öğrenmiş olacak, bu bilgiyle yetişeceklerdir.
Bu vesileyle bir hatıramı anlatayım:
İzmir Kınık'ta görevli iken bir alevi köyün muhtar ve heyetiyle karşılaşmıştım.
Kendilerinin "alevi" olduğunu söyleyerek benimle aralarına mesafe koymak istediler.
Dedim ki; "Alevilik; Hz.Ali'yi sevmek ve onun yolunda gitmek değil midir?"
Hep bir ağızdan "evet" dediler.
"Vallahi dedim, eğer buysa Alevîlik, ben sizden daha fazla Aleviyim."
Hepsi şaşırmışlardı ve devam ettim:
"Hz.Ali, daha çocukken Rasülullah'a tabi oldu. Namazını hiç geçirmedi, içki içmedi, haram yemedi, iffetliydi, çokça oruç tutar,  bolca ibadet ederdi, hafızdı, Kur'an'ı çok okur, ayetleri tefsir ederek insanları aydınlatırdı, o ilmin kapısıydı..." dedikten sonra sordum:
"Gerçekten siz, Hz.Ali'nin bu özelliklerinden hangilerini yerine getiriyorsunuz da biz "aleviyiz" diyorsunuz?.. Gerçekten onu sevdiğinize ve onun yolundan gittiğinize inanıyor musunuz?"
Tahmin edersiniz ki, bu soruya verebilecekleri cevapları yoktu ve olmadı.
Çünkü onlar, Hz.Ali'yi elindeki "Kur'an"la ve "ilim"le değil, elindeki "Zülfikâr"la ve "cenk"leriyle tanımışlardı.
Yıllarca anlatılan efsaneler ve masallar, onların dinini ve kültürünü oluşturmuştu.
***
İbn İshak'ın naklettiğine göre, Kureyş'in ileri gelenleri yaptıkları bir toplantıda Hz.Peygamber'e (a.s) yöneltilen bütün suçlamaların asılsız olduğunu ikrar ve itiraf etmişlerdi.
Bir gün müşriklerden Nadr b. Haris arkadaşlarına hitaben:
"Siz bu metotlarla Muhammed'i alt edemezsiniz. O genç bir adamken onu aranızda en iyi huylu kimse olarak kabul ediyor ve onu en doğru ve şereflimiz diye saygı duyuyordunuz. Şimdi ise, olgunluk yaşına ulaştı ve siz ona: 'büyücü, kahin, şair, büyülenmiş mecnun' diyorsunuz. Tanrıya andolsun ki, o bir büyücü değildir, çünkü biz sihirbazların ne tür insanlar olduklarını ve ne tür hilelere başvurduklarını iyi biliriz. O bir kahin de değil, çünkü biz kahinlerin tahmine dayalı bilgilerinden de haberdarız. O bir şair de değil, çünkü şiir sanatı onun sözlerinin şiir sınıfına dahil edilemeyeceğini ortaya koyar. O bir mecnun da değil, çünkü biz mecnunların ne kadar saçma ve anlamsız şeyler söylediklerini biliyoruz. O halde ey Kureyş uluları, onu alt etmek için başka bir plan bulalım" dedi.
Ve kendisi bir teklif getirerek; bundan sonra insanların dikkatini Kur'an'dan başka tarafa çevirmek için Rüstem ve İsfendiyar gibi İran kültürüne ait hikayeleri toplumda yayma önerisinde bulundu.
Bu teklif kabul edilince, planı uygulamaya koydular ve Nadr b.Haris bu hikayeleri insanların toplu bulundukları yerlerde anlatmaya başladı.
Amaç; anlatılan bu hikaye, efsane ve destanlarla, insanları Kur'an'dan uzaklaştırmak, gerçekleri öğrenmelerine engel olmaktı.
Umarız, ders kitaplarına konulan "Alevilik" bilgileri, cenk efsanelerinin yerine Kur'an gerçeklerinin öğrenilmesine vesile olur.  
 
 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...